Uzay Bulut / Demokrat Haber Ankara

 

Tarih: 2 Mart 2012. BBC Hardtalk programının konuğu T.C. Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, sunucu Stephen Sackur’ın sorularını yanıtlıyor. Sıra Türkiye’deki basın özgürlüğüne geliyor ve sunucu, Bağış’a “Türkiye’de gazetecileri içeri tıkmakla” ilgili bir soru yöneltiyor. Kanıt isteyen Bağış’a Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Türkiye’yle ilgili 16 bin dava bulunduğunu ve bunların bin tanesinin basın özgürlüğüyle ilgili olduğunu söylüyor. TC devletinin bir bakanı olan Egemen Bağış’ın bu rakamları ve çok daha fazlasını bilmemesi gibi bir ihtimal söz konusu olamaz. Ama açıklamasına şöyle başlıyor: “Mesleği nedeniyle tutuklu olan bir gazeteci yok.”

 

Sunucunun araya girip “çünkü gazetecilere terörist diyorsunuz” demesiyle Egemen Bağış hızını alamayarak o akıllara zarar cevabını veriyor: “Hayır. Gazeteci kimliği taşıyıp birine tecavüz ederken yakalananlar var, banka soyarken yakalananlar var. Bu kişiler benim hoşuma gitmeyen makaleler yazdıkları için tutuklanmış değiller. Çok daha kötü yazılar yazmış olan gazeteciler var ve bu kişiler hala bu haklarını kullanmaya devam ediyorlar. Ben hiçbir ülkede hiçbir cezaevinde aydınları demir parmaklıklar arkasında görmek istemiyorum. Voltaire'in de dediği gibi, 'Düşüncelerini ifade edebilmeleri için kendi canımı bile tehlikeye atabilirim.' Ancak medya mensubu olmak, ortada işlenen bazı suçlar varsa dokunulmazlık sağlamıyor. Biri banka soyarken, cinayet işlerken yakalanırsa gazeteci olduğu için paçayı kurtaramaz.”

 

Öncelikle Egemen Bağış’ın alıntıladığı sözün Voltaire’e değil, Evelyn Beatrice Hall’a ait olduğunu söylemek gerekir. Hall, bu cümleyi “Voltaire’in Dostları” adlı biyografi kitabında Voltaire’in fikir özgürlüğü konusundaki tavrını ifade etmek için yazmıştı.

 

Hall’ın meşhur sözünden alıntı yapan Egemen Bağış’ın fikir ve ifade özgürlüğüne verdiği büyük değere dayanarak, kendisinden konuyu biraz açmasını talep etmenin bir sakıncası olmayacağını düşünüyorum: Hangi tutuklu gazetecinin kime tecavüz ettiğini, hangi bankayı soyduğunu ya da hangi cinayete karıştığını da açıklayabilir mi lütfen?

 

Tarih 27 Mayıs 2012. Başbakan Tayyip Erdoğan partisinin İstanbul 4. Olağan İl Kongresi’nde konuşuyor. Başbakanın nefret söylemi içeren sözleri aynen şöyle: “Bazı gazetecilerin ulusal tasmaları vardı, tasmalarını çıkardık. Artık uluslararası tasma takanlar var. Uludere olayı üzerinden, Türkiye’de bir istismar siyaseti yürütülüyor. Uludere üzerinden yürütülen kampanya, uluslar arası bir karalama kampanyasıdır.”

 

Başbakan, bütün dünyanın gözü önünde ülkesindeki gazetecilere “köpek” diyor. Bu imada bulunmasının sebebi -kendi açıklamasından da görülebileceği üzere- gazetecilerin Roboski (Uludere) katliamını kamuoyuna duyurma konusundaki duyarlılıkları.

 

Oysaki tasmalı dediği gazeteciler, Uludere katliamını haber yapmasaydı ya da o kadar kurcalamasaydı ve tam da Başbakan’ın istediği gibi 3 gün sonra unutsaydı, hükümet için ne kadar güzel olurdu. Ama öyle olmadı.

 

Muktedirler, kendi halkını bombalayan bir devletin işlemiş olduğu insanlık suçunu bütün dünyaya duyurduğu için özgür basına öfkeleniyor ve “her kürtaj bir Uludere’dir” diyerek bir halk katliamını hafife almanın ne kadar kolay olabileceği konusunda başka ülkelerdeki meslektaşlarına da ders veriyorlar.  

 

Tarihte, gazeteciliği ahlakla değil, iktidarların kölesi olarak yapmayı seçmiş gazeteciler hep olmuştur. Onlar, muktedirlerin eteklerinde gazetecilik yaparlar. Uludere’de çoğu çocuk 34 canın katledildiğini duyarlar ama haberini yapmak için saatlerce izin beklerler.

 

İnsanlar ölülerini battaniyelere sarıp katır sırtlarında taşırken, onlar katliamı "terörist oldukları sanılan büyük bir gruba ateş açıldı” ya da "Irak sınırında operasyon: 30 ölü" diye yansıtarak meşrulaştırmaya çalışırlar. Olay yerine gidip görüntüleri yayınlamaları gerekirken, “Şırnak valisi olayı araştırıyor” deyip katliamın pişkince üstünü örterler. Bu arada öldürülen çocuklar akıllarının ucundan bile geçmez; muktedirlerden yeni talimatlar beklerken tek düşündükleri banka hesaplarıdır.

 

Yoksul insanlar mı ölmüş, çocuklar mı parçalanmış, kimin umurunda? Hele bir de ölenler Kürt ise duydukları kahrolası kayıtsızlık, sonsuz bir sevince dönüşür.

 

Başbakanın bu çıkışından daha trajik olan ise Türk egemen medyasının bu hakaretler karşısındaki sessizliği.

 

Bırakın bir basın kuruluşunu, sıradan bir insanın bile kendisine “tasmalı” denmesinden rahatsızlık duyması ve buna tepki göstermesi gerekir. Egemen medya kuruluşlarının sahipleri ve çalışanları ise bu kadar büyük hakaretlere karşı çıkmak ne kelime; daha çok hizaya geliyor ve haberlerini yaparken muktedirlerin ağzının içine bakmaya devam ediyorlar.

 

İşte muktedirlerin hayallerindeki ideal medya budur: Efendileri karşısında köle olarak yaşamayı alışkanlık edinmiş, gazetecilik ahlakının zerresinden nasibini almamış bu haber yazıcıları ve yayıncıları, muktedirlerin iyi çocuklarıdır.

 

AKP hükümetinin basınla ilgili görüşlerine örnekler vermeye devam edelim.

 

Tarih 22 Ağustos 2012.  Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, katıldığı bir televizyon programında basın özgürlüğü konusuna değiniyor: “Türkiye'de basın özgürlüğü yoktur diyen yalan söylüyor. Sansür vardır diyen de yalan söylüyor. İçerideki gazetecilerin amaçları başka; ideolojik... Asıl amaçları hükümeti yıpratmak” diyen Arınç, açıklamasında gazetecileri tehdit etmeyi de ihmal etmiyor: “Gazeteciler damarımıza basarsa, kızarız.”

 

Arınç, önce “sansür yok” diyor ama birkaç cümle sonra ise gazetecilerin özgürce haber yapma, yurttaşların da haber alma özgürlüğünü ipotek altına almaya çalışıyor: “Gazeteciler damarımıza basarsa, kızarız” cümlesi bile gazetecilere dayatılan sansürün ta kendisi değil mi?

 

Arınç’a göre, gazetecilerin görevi muktedirlerin gönlünü hoş etmek için kendi beyinlerini ve vicdanlarını devre dışı bırakıp muktedirler ne isterse onu yazmak ve hükümeti asla eleştirmemek. 

 

Aslında Arınç’ın bu görev tanımı, “tasmalı gazeteci” ifadesini daha iyi tarif etmiyor mu? Arınç’ın gazetecilerden beklentisiyle, Başbakan Erdoğan’ın “tasmalı gazeteci” ifadesinin birbirini tamamladığını görüyoruz.

 

AKP Hükümetinin basın özgürlüğü konusunda verdiği demeçlerin en despotça olanı ise İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’den geldi. Birkaç gün önce partisinin Ordu il başkanlığında düzenlenen bayramlaşma programına katılan Şahin, yaptığı konuşmada Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğunu dile getirdikten sonra köşe yazarlarına şöyle sesleniyor: “Ağzına tıkarım o yazıları senin."

 

Gazetecileri “tecavüzcü, soyguncu, katil” olmakla suçlayan, “tasmalı” diyerek en ağır hakaretlere maruz bırakan, “damarımıza basarsanız, kızarız” diye uyaran ve “ağzına tıkarım o yazıları senin" diyerek tehdit eden fakat “ileri demokrasi” hikâyelerini de dilinden düşürmeyen bir hükümetle karşı karşıyayız.

 

Bunca tehdit ve hakareti gizliden gizliye bile değil; bütün dünyanın gözleri önünde yapmaktan en ufak bir hicap dahi duymuyorlar.

 

Basın özgürlüğüne yönelik bu saldırılar, sadece gazetecileri değil; düşünmek gibi bir eylemi olan bütün yurttaşları ilgilendiriyor. Dünyanın Türkiye adlı ülkesinde yaşayan insanların düşünme özgürlüğü açık tehdit altında.

 

Tehdidin gerçek ve kitlesel bir saldırıya dönüşmesi ise geçen yıl gerçekleşti: 20 Aralık 2011 tarihinde gazetecilere yönelik son yılların en büyük gözaltı operasyonu düzenlendi. Operasyon sonucunda gözaltına alınan 44 gazeteciden 35’i tutuklandı.

 

Tutuklu gazetecilerle ilgili sekiz yüz sayfayı aşan bir iddianame hazırlanmış. İddianame incelendiğinde, hem gazetecilik mesleğinin hem de düşünce ve ifade özgürlüğünün yargılandığını görüyoruz.

 

İddianamede suç ya da örgütsel faaliyet olarak tanımlanan bazı fiiller ise şunlar:

 

* Deprem haberleri
* Adliye muhabirliği
* THY'deki cinsel taciz haberi
* Pozantı Cezaevinde çocuk tutuklulara taciz ve tecavüz haberini yapmak
* Basın açıklamalarını, toplumsal gösterileri izlemek, haberleştirmek
* Haber müdürünün muhabiri ile haber konusunda yaptığı telefon görüşmeleri
* Haber müdürünün gazetenin yazarı ile yazacağı yazı hakkında telefon görüşmesi yapması
* Gazetede yapılan manşet toplantısıyla ilgili gazetenin yazarlarıyla yapılan telefon görüşmesi
* Sarı basın kartı sahibi olmak
* Ortam dinlemeleriyle saptanan, gazetecilerin Türkiye'nin siyasal gündemindeki gelişmelerle ilgili sohbetleri, yorum ve değerlendirmeleri
* Pasaport almak, yurtdışına seyahat etmek
* Savcılığın ürettiği kavrama göre "Örgütsel haber"
* Haber ajansının abonelerine fatura kesmesi, abone ücretlerini tahsil etmesi
* Gazetenin Türkiye'deki tüm gazetelerin dağıtımı yapan Turkuvaz dağıtım şirketinden bayi satışlarından elde ettiği geliri tahsil etmesi

 

İddianame sağlık hizmetlerinde yaşanan sorunları, gözaltında taciz ve tecavüz haberlerini de "devletin imajını bozacak haberler" diye niteleyerek, "terör örgütü üyeliğine” delil olarak gösteriyor. İddianamede ayrıca yaptıkları haberler nedeniyle gazetecilerin "Türk Devletini sıkıntıya sokacak, kamuoyu önünde küçük düşürecek haberler peşinde koştuğu" ifadeleri yer alıyor.

 

Metnin tamamını internette bulmak mümkün ve okumanızı öneriyorum. İddianame incelendiğinde, gazetecilere yönelik bu davanın özgür basını susturma amacını taşıdığı ve hukuki bir dava olmadığı anlaşılacaktır. 

 

Yukarıda bahsedilen “suç”lardan ötürü gazeteciler, sorgusuz sualsiz yaklaşık dokuz aydır cezaevlerinde tutuluyor ve mahkemeye çıkacakları günü bekliyor.

 

İlk duruşmaları nihayet 10 Eylül 2012 pazartesi günü, Çağlayan Adliyesi’nde başlayacak.

 

Tutuklu gazetecilerle dayanışmak ve düşüncenin tutsak edilmesine karşı çıkmak, her şeyden önce ahlaki bir sorumluluktur. Ya muktedirlerin bizden istediği gibi beynimizi aldırıp düşünmeyeceğiz ve adalet talep etmeyeceğiz ya da onurumuza sahip çıkıp özgürlüğü savunacağız. Seçim bizim.