Benim büyük bir mahallem vardı. Koca Ankara’da, büyük bir güven adasıydı.

“Bir attık mı kendimizi mahalleye gerisi kolay.”

Bu cümleyi defalarca kullanmışım.

Mahalle büyük bir evdi. Aidiyetin en güzeliydi. Mahallenin kızları, uzun saçlı küpeli öğrencileri, futbol takımı, namusu, bakkalı, fırını, ağaçları, mekruh evleri, parkları, merdivenleri, kıl adamları, babacan adamları, ayıplanan kumar oynanan kahveleri, küçüklerin çeteleri, gençlerin ağaç altında toplanma yerleri, soluk alınan kahveleri, pastaneleri, pazarı, dedikoducu teyzeleri, komşuya emanet bırakılan çocukları, şu çocuğa az matematik öğret yarın yazılısı var ricaları, mavi otobüsleri, dolmuşları, kedileri, köpekleri, bahçeleri, çiçekleri, erik, elma ağaçları, farklı görüşteki insanları, zenginleri, yoksulları ve daha neleri neleri vardı…

Mahalle güvendi. Bir girdik mi mahalleye, tamam kimse bize dokumaz artık. Ne aşağı mahalle, ne yukarı mahalle insanları. Ne diğer ötekiler… Mahalli herkesi korur kollar.

Bir gün Kızılay’da çıkan arbedede, ülkücü bir delikanlı bizi göstererek,

“Bunlar bizim mahallenin bebeleri, onlara dokunmayın.” Sözünü hatırlıyorum.

Farklı görüşte olsan da, aynı mahalleden olmak, daha üstün bir aidiyet oluşturuyordu.

Mahallenin demokratik bir akışı ve dayanışmacı bir ruhu vardı.

Birçok racon tarihsel deneyimlerden geçerek, kaide haline gelmişti. Bu nedenle sahihti ve hayattandı. Bu raconların hepsi de mahallenin demokratik kültüründe bağlayıcıydı.

Mahallenin hakemleri ve akıl alınabilecek büyükleri vardı. Hayatın birçok vakasında kendi çözümlerini üretmişlerdi. Şimdi düşünüyorum da, çok makul önermelerde bulundukları gibi aynı zamanda adildiler.

Mahallemiz ülkede var olan binlerce mahalleye benzerdi. Yaklaşık olarak tüm mahallelerde bu yaşam ritmi vardı.

Bu ülkede mahalle temalı tüm diziler tutmuştur. Bana Bir Masal Anlat Baba dizisinden, Sıfır1 ve Çukur dizisine dek.

Çünkü hayatımızın en güzel günlerini bir mahallede geçirdik. Çünkü mahalle hayata karşı ikame edilmiş en sağlam mevziydi. Çünkü mahalle büyük bir evdi. Çünkü mahalle dayanışmaydı. Çünkü mahalle Türkiye’nin ruhuydu.

Sonra Kapitalizm mahallelere girdi. Evler yıkıldı, apartman oldu. Yetmedi… Daha yüksek katlar için, parklar ve ağaçların hacmine bile göz dikildi. Şekilsiz yüksek binalar ve şahane rantlar elde edildi.

Zaman içinde mahallenin zenginleri başka getto görünümlü korunaklı evlere, güvenlikli sitelere taşındı.

Konfor büyük bir yalnızlıkla geldi. Bu memnuniyetsizliğe alıştı insanlar. Bir kanıtsamadır gitti gidiyor.

Siyaset, kültür, ekonomi, sosyoloji değişti. Lümpenleşti. Bu oranda milliyetçilik ve faşizm üretildi.

Ülkenin tarihsel dokusuna ait olmayan bir şey dokundu hayatlara. Köksüz, gündelikçi, çıkarcı ve lümpen ve faşizan. Televizyon, internet, siyaset, asimetrik ekonomi bunu besledi, büyüttü.

İşte bu günlere gelindi. Çağdaş bir Mankutlaşma serüveni.

Bu ülkede, toplumdaki mahalle özlemi gibi, iyiye, adalete, dayanışmaya, özgürlüğe, demokrasiye dair özlem hiç kaybolmadı.

Bugün bu özlemin sadece küçük gruplar ve toplumsal öncüler tarafından ifade edilip, talep edilmesi yaşanan korkudandır. Onlar cesurlardır.

Şair Metin Demirtaş’ın ifade ettiği gibi;

“Bizim de halkımız vardır Che Guevera

Unutulmuş uzak tarlalar yalazında

Sazıyla, türküleriyle kardeşliğe vurgun

Bütün ulusların halkları gibi

Ve yalnız büyük fırtınalarla kımıldayan

Bizim de halkımız vardır Che Guevera”

Baskılar, anti demokratik ve hukuk dışı uygulamalar sürdürülebilir ve kalıcı değildir. Evet mahalleyi yok edebilirsiniz ama ruhu hep yaşar. Demokrasi, özgürlük ve hukuk istenci de öyledir.

Bu nedenle umut var.

Türkiye demokratik, hukuk zeminine er geç oturacaktır. Çünkü Türkiye’de bir hayalet dolaşıyor, oda mahallenin ruhudur.