İnsanlığa karşı suç işleyenler ve onların koltuk değnekleri sözde hukukçular yarınlarda Kürtlerin ve ezilenlerin yüzüne nasıl bakacaklar?

7 Haziran’dan bu yana Sri Lanka’da yapılan katliamların mini bir benzeri Kürt il ve ilçelerinde işleniyor. Yasal dayanağı olmayan, günlerce haftalarca süren sokağa çıkma yasaklarıyla, ağır silahlarla sivil yerleşim alanları, çocuklar, ihtiyarlar, kadınlar, hayvanlar, tarih ve kültürel değerler hedef alınıyor.

Ana medya korkak yalancı, dalkavuk, saray medyasına dönüşmüş durumda. Aydın olduğunu zannedenlerin büyük çoğunluğu da tabiri caizse sofra aydını konumunda.

1991-92 Şırnak, Cizre Nevroz katliamlarının canlı tanığı olarak söyleyebilirim ki, durum şimdi çok daha kanlı ve vahim. Ortada ağır silahlarla ırki, etnik, siyasi nedenlerle işlenen ve ulusal üstü insan hakları hukukunda ‘uluslararası suç olarak kabul edilen‘, tüm insanlığın onurunu zedeleyen tipik bir ‘insanlığa karşı suç’ var.

7 Haziran seçimlerinden dolayı Kürt halkı cezalandırılıyor. Savaşı 7 Haziran’da istediği sonucu alamayan iktidar başlattı. Saraydakinin başkan olma ihtirası savaşı körükledi.

Kürt halkının ve HDP’nin susturulma ve kapatılma tehdidiyle baş başa kaldığı bir ortamda başbakan yeni anayasa turlarına başladı. HDP’yi dışlayarak. Oysa cümle âlem bilir ve kabul eder ki yeni anayasa konusunda en çok konuşması ve aktif olması gereken, görüşlerinin alınması gereken ezilenlerin ve sömürülenlerin partisi olan HDP’dir.

HDP, anayasa tartışmalarının hızlandığı bir ortamda 14 maddelik âdemi merkeziyetçiliği temel alan, temsili demokrasiden doğrudan demokrasiye evrilmeyi amaçlayan bir programı tartışmaya açtı ve yine sağırlar körler diyarında kıyamet koptu. Birilerinin çürümüş, çökmüş demokrasilerinin can simidi olan başkanlığı ısrarla dayattığı bir ortamda HDP’nin de kendi özyönetim anlayışını ortaya koymasından doğal ne olabilirdi?

Savaş tüccarları Nazi ağızlarını açtılar. 70’li yılların Mao’cu halk savaşı teorilerini beş vakit sadece söylemde tekrarlayan, otuz beş senedir de Mahmut Esat Bozkurt ekolünün kurtluğunu yapan Perinçek, HDP’nin kapatılmasını saçmaladı. Onu çok ciddiye almak gerekmez. Tarihi dönekliklerle, sosyalist değerlere ihanetlerle dolu.

Ya görevleri insan haklarını, evrensel insan hakları hukukunun yüksek, etik standartlarını savunmak olan başta İstanbul Baro Yönetimi olmak üzere, Batı’daki baro yönetimlerine, “Davutoğlu’nun elini sıkmak milli görevdir” diyen Barolar Birliği Yönetimi’ne ne demeli?

İstanbul Baro Yönetimi uzun süredir 1930’ların faşizan, tek parti zihniyetinin anlayışıyla; halkların haklarına, azınlık haklarına saldırıyor. İktidarların savaş politikalarına körükle gidiyor. Hatta faşist hukukun teorisyeni Karl Schmith ve düşmanla savaş hukukunun teorisyeni Gunter Jacobs’un Türkiye acenteliğini yaparak fetvalar veriyor. HDP’nin demokratik özerklik açıklamasına, MHP zihniyetiyle saldırarak; hem cehaletini hem de halkların haklarına olan düşmanlığını ortaya koyuyor.

Avukatlık Kanunu’na 2001’de eklenen 95/21. madde hükmünü (hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını savunmak, korumak ve bu kavramlara işlerlik kazandırmak) ihlal ettiği gibi Avukatların Rolüne Dair Havana Kuralları’nın 14.maddesinde belirtilen “… adaletin gerçekleşmesine çalışırken ulusal ve uluslararası hukukun tanıdığı insan haklarını ve temel özgürlükleri yüceltmeye çalışırılar …” ilkesini de ayaklar altına alıyor.

Bir zamanlar Kastamonu İstiklal Mahkemesi’nde de üyelik yapan Mahmut Esat Bozkurt, hukukçuların görevinin hukukun evrensel kurallarını değil, ‘devletin çıkarlarını ve esasını savunmak olduğunu’ belirtmişti.

İstanbul Baro Yönetimi, çok yakın geçmişte mahkemelerde ana dilde savunma hakkına da karşı çıkmıştı. BM Viyana Milletlerarası Anlaşmalar Sözleşmesi’ndeki jenerik kavramlara verilen anlamı da çiğneyerek Lozan Anlaşması’nın 398. maddesini ırkçı bir anlayışla yorumlamıştı. Self Determination ilkesine de yer verildiği için BM Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’ne ve BM Ekonomik ve Sosyal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’ne de, Perinçek takımıyla birlikte bu sözleşmelerin onaylaması gündeme geldiğinde karşı çıkmışlardı. Roboski Katliamı’nda, Suruç Katliamı’nda da sesleri çıkmadı. İktidarın başı gibi kaos-istikrar demagojisi yapan açıklamalar yaptılar. Ankara Katliamı’nda tüm demokratik kurumların ilan ettiği greve katılmayarak, duruşmaların en az olduğu günü duruşmalara girmeme günü ilan ederek grev kırıcılığı yaptılar. Ermeni Soykırımı vahşetini, Dersim Katliamı’ndaki devletin rolünü hep inkâr ettiler.

İstanbul Baro Yönetimi dünyadaki gelişmelerinde yüz yıl gerisindedir. Zaten Baro Başkanı hep itiraf eder. 1930’lar Türkiyesi’ne dönülmeli der. Onun özlemi Hitler ve Musolini faşizminin yükseliş yılları olan ve Türkiye’ye de yansıyan şoven diktatörlük yıllarıdır. Oysa artık dünya klasik, modernist, mutlak merkeziyetçi devlet yapıları yerine; devletin azami küçüldüğü, minimalleştiği, özyönetim modellerinin denendiği bir sürece girmiştir. Son çeyrek asırda düzenlenen birçok anayasalara yönetilenlerin yasama ve yargı faaliyetine katılma denetleme ilkeleri girmeye başlamıştır. Örneğin belirli sayıda imzalarla yönetilenlerin yasa teklif edebilmesi, önemli yönetim organlarında kadın, gençlik kotalarının yer alması ve dünyanın birçok bölgelerinde de devlet yerine yetkilerin tüm birimleri halk tarafından seçilen ve denetlenen her türlü karara halkın da katıldığı belediyeler yönetiminin geçtiği deneyler ortaya çıkmıştır. Yani ulus devletlerin artık tarihsel olarak finalini yaşadığı bir gerçektir. O nedenledir ki final çırpınışı içinde ulus devletlerde totaliter yeni yasalar gündeme getirilmekte, başkanlık sistemleri dayatılmaktadır.

İstanbul Baro Yönetimi’nin özerk nahiye ve livalardan bahseden 1921 Anayasası’ndan da haberi yok. O anayasada Türk milleti kavramı yerine Türkiye kavramı kullanılmıştı. Ne yazık ki bu anayasa uygulanmadı, o başka. Bu ırkçıların; İngiliz ve Fransız arşivlerinde olan, T.C. devletinin de sır kasalarında olan 1922 Kürdistan’a Özerklik Yasası’ndan da haberleri yok. Hayır, hayır bilmez olurlar mı? İşlerine gelmediği için, şoven oldukları için dillendirmezler.

İstanbul Baro Yönetimi; Almanya’da federal sistemin olduğunu, Amerika’da eyalet sisteminin olduğunu, Bolivya’da özerk bölgeler olduğunu, Bolivya’da sayısı 36’yı bulan tüm dillerin aynı zamanda resmi dil olarak kabul edildiğini, Kuzey Avrupa’nın bazı bölgelerinde komünal belediye sisteminin olduğunu, Nepal’de, Brezilya’da, Katalonya’da özyönetim deneylerinin olduğunu acaba biliyor mu? Bu gün federatif olmayan birçok üniter devletlerde dahi birden çok resmi dil uygulaması vardır. Örneğin üniter devletler arasındaki Finlandiya Anayasası’nda çeşitli toplulukların, yerli halkların kendi dil ve kültürlerini koruyup geliştirme haklarına sahip oldukları, kendi dillerini resmi makamlar önünde kullanabilecekleri belirtilmiştir. Keza İspanya etnik-kültürel topluluklara özerklik tanımıştır. İspanya Anayasası’nın 2.maddesinde “Anayasa onu oluşturan milliyetlerin ve bölgelerin özerklik hakkıyla birlikte aralarındaki dayanışmayı tanır ve garanti eder.” denmiştir. Ayrıca 3.madde İspanyolca dışındaki diğer dillerin de her bir özerk toplulukta resmi dil olacağını hükme bağlamıştır. Üniter bir devlet olan İsveç Anayasası’nın 2.maddesinde “Etnik, dilsel ve dinsel azınlıkların kendi kültürel ve sosyal hayatlarının koruma ve geliştirmeleri için fırsatlar artırılır.” denmektedir. Üniter olan İrlanda’da resmi dil iki tanedir. İrlanda dili ve İngilizce dili. İngiltere’de son reformlarla; İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda’ya özerklik verilmiştir. Brezilya ve Paraguay anayasalarında da “halkların kendi kaderlerini tayin hakkına uyulacağı” kuralı vardır.

Portekiz anayasasında; Azorey ve Modeira takımadalarının siyasi ve idari özerkliği anayasanın değiştirilemez maddeleri kapsamındadır. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nda özyönetimin temel bir hak olduğuna atıf vardır. Slovenya’da tüm idari birimlerde cinsiyet kotası vardır. 40.000 seçmen oyuyla referanduma gidilebilmektedir, 5.000 seçmen yasa önerebilmektedir.  Avusturya’da 100.000 seçmen yasa önerisi yapabilmektedir.  411 maddelik Bolivya anayasasında görevini yapmayan ve insan haklarına aykırı davranan parlamenterler halk tarafından görevinden geri çağırılabilmektedir. Bolivya Anayasası’nda yerli, köylü uluslar ve halklarına kaderini tayin hakkı tanınmıştır. İzole yaşayan yerli halklara, yaşadıkları bölgeler onların egemenlik alanı olarak devlet tarafından tanınmıştır. Yine Bolivya Anayasası’nda  ‘özgün, yerli, köylü halklar yargısı’ yargı birimi vardır. Az önce komünal yaşam biçimleri deneylerinin yaygınlaştığını belirttik. Esas itibariyle bu deneyler özyönetim deneyleridir. Bu deneylerde Parecon (katılımcı ekonomi) özel mülkiyete karşı toplumsal mülkiyet, hiyerarşiyi kaldırmak, mülkiyetin, ürünün yerine gayretin ödüllendirilmesi, merkezi planlama yerine katılımcı planlama, sınıf hakimiyeti yerine katılımcı özyönetim deneyleri vardır.

İstanbul Baro Yönetimi hem faşizan, hem de cahil, hem de insan hakları hukukunun tüm evrensel bildirgelerine karşı bir yönetimdir. Bunlar; Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin ‘Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi’ne, ‘Bölgesel Diller Avrupa Şartı’na da karşılar. Bunlar birçok konuda AKP’ye karşı gibi gözükseler de AKP gibi düşünürler. Örneğin Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne taraf olunmasını da istemezler. Faşist generallerin hazırladığı ‘anayasanın ilk 4 maddesinin değiştirilemeyeceğini aksi halde TCK 309.maddenin gündeme geleceğini’ söyleyecek kadar ifade özgürlüğünden, demokrasi kültüründen arşı ala kadar uzaklar.

İstanbul Baro Başkanı Oda TV’ye verdiği demeçte ve yayınladıkları açıklamada Kürt halkını Türk milleti kavramı içinde aklınca asimile etmeye devam ediyor. Utanmasa 1940’ların, 50’lerin, 60’ların, 80’lerin cuıntacılarında her türden faşistin dillerine pelesenk ettiği ‘karda yürürken kart-kurt’ masalını söyleyecekler. Bir gazeteciye verdiği demeçte ise “Tahir Elçi’yi çok seviyordum” açıklamasının kendisine ait olmadığını” söylüyor. Posta Gazetesi muhabiri Tahir Elçi’yle ilgili soru sorduğunda şöyle cevaplıyor: “…Ben bir Türk evladıyım gerekirse bu mahalde açıklamamı yaparım, cenazesine katılmamam da bir açıklamadır.” diyor. (Kaynak: İlk Kurşun Gazetesi, 30/11/2015) Sen ve senin gibiler zaten sevmeyin Tahir Elçi’yi! Tahir Elçi ve Tahir Elçi gibileri sevmeye sizler layık olamazsınız! İyiki gitmemişsin cenazeye! Elin değse tabut kirlenirdi! İstanbul Baro Başkanı olarak Tahir Elçi’nin ifade özgürlüğünü bile savunamadın. Aynı KCK avukatlar soruşturmasında daha meslektaşlarımız gözaltındayken masumiyet karinesini çiğneyerek ‘KCK de bir hayır kurumu değildir.’ dediğin gibi. ‘Aynı karede yer alamayız’ dediğin gibi. Meslektaşlarının hak ve hukukuna saygılı bir baro başkanı olsaydın Tahir Elçi derdest olarak gözaltına alınıp İstanbul’a getirildiğinde savcılıkta ve hakimlikte savunmasına da katılırdın. Ama nerde?

Coğrafyamızda Kürler Ermeniler, Süryaniler, Keldaniler, Rumlar, Araplar, Çerkesler, Yahudiler, LGBTİ’ler çok yalnız. Emekçiler de. Çocuklar da. Kadınlar da. Yürekleri gerçekten hümaniter duygularla barış için atan insanlar dahi barış taleplerini dile getirirken savaşın esas muktedirinin altını kalın çizgiyle çizemiyorlar. İster istemez her zaman olduğu gibi aklımıza Fransız-Cezayir savaşı sırasında başını gerçek aydın Jean Paul Sartre ve Simon de Beauvoir’ın çektiği 121 aydının 1 Eylül 1960’da yayınladıkları Barış ve Fransa Devletine uyarı mahiyetindeki manifestosu geliyor. (Lütfen internete girin, bu manifestoyu okuyun.) İstanbul Baro Yönetimi eğer yazımı okuyorsanız, siz de bu manifestoyu okuyun. Tekrar tekrar okuyun. Başınızı ellerinizin arasına alın, düşünün. HDP’nin özyönetim açıklamasına karşı yaptığınız açıklamayı gözden geçirin.)

2015 çok acılı geçti. 1980’den bu yana zaten hiç yüzümüz gülerek girdiğimiz bir yıl olmadı. 1970 ve 1960’larda da çok nadiren olurdu. 2015 acılar ve zulüm açısından tavan yaptı.

2016’nın tüm ezilen halklar, azınlıklar, dışlananlar, emekçiler, çocuklar ve kadınlar için gerçek özgürlükler kazanımı getirmesi dileğiyle.