Haydar Ergülen / Sabit Fikir

 

2011 yılının Mart ayı. Bir vakıf üniversitesinde yarızamanlı öğretim görevlisi olarak Türk Şiiri derslerine giriyorum. Ders seçmeli diye, şiir diye, hoca da yüzü yumuşak bir adama benziyor diye, kabasakallarımın arasından nasıl belli oluyorsa, notu da boldur diye sanırım, öğrenci sayısı da bol. Öğrencilerden biri, "Hocam, balıkçı sizin yakın arkadaşınızmış!" diyor. Dersler salı günleri, öğleden sonra. Üniversite Beşiktaş’ta. Ders akşamüstü bitiyor, ben de çarşıya girip, aynı tezgahtan balık alıyorum. Dört yıldır aynı üniversite, aynı balıkçı. Tezgahta birkaç kişi oluyor,  özellikle ikisini tanıyorum ama yakın arkadaş mıyız, hayır, arkadaş mıyız, değil. "Yani" filan gibi sözler geveliyorum, "Salı günleri..." diye sürdürecekken, "Bir gün sınıfa getirir misiniz?" diyor başka bir öğrenci. Balık alırken bir-iki öğrenciyle karşılaşmıştık çarşıda, tamam da balıkçıyı sınıfa, şiir dersine getirmek! Ne olduğunu anlamaya çalışırken "Çok iyi oynuyor hocam dizide," diye devam ediyor. Balıkçı, yakın arkadaşım, şiir, sınıf, dizi... Pes ediyorum ve "Arkadaşlar, kusura bakmayın ama hiçbir şey anlamadım bu söylediklerinizden. Ne balıkçısı, ne arkadaşı, ne dizisi?" deyince, hocanın ‘sazan’lığını sezmiş oluyorlar ki, "Hocam Orhan Alkaya sizin yakın arkadaşınız değil mi?" diyor ilk konuşan öğrenci.

Orhan Alkaya, benim en yakın arkadaşım, bir kaç en yakın arkadaşımdan biri. Onun da katkısıyla unutulmaz Türk TV dizileri arasına giren 'Öyle Bir Geçer Zaman ki...'de Balıkçı’yı oynuyormuş. 'Balıkçı Kral' filmini hatırlıyorum birden, balıkçı kral, bilge balıkçı. Yeşilçam filmlerinden hatırladığımız bütün balıkçılar da bilge, dervişmeşrep krallar değil midir? İhsan Yüce’yi hatırladım, aklımda balıkçı olarak en çok o yer etmiş, fakat çok erken yitirmişiz onu, 54 yaşında. Sonra Kadir Savun canlanıyor zihnimde. Kadir Baba. Fakat onlar hep kıyıda. Kıyıda kenarda balıkçılar. Orhan Alkaya’nın oynadığı Balıkçı ise, hem kıyıda hem açık denizde hem açık hayatta. Yani hem çevrede hem merkezde. Çağcıl bilge. Ya o akşam ya da bir-iki gün içinde televizyonu açıp diziye bakıyoruz İdil’le birlikte. Bizim Orhan’ı görüyoruz, deniz kıyısında tuttuğu balıkları mı pişiriyor ne münzevi, mutedil, mütekamil ve buna benzer usul ateşli sözcüklerle. Sonra günler günleri kovalıyor. Fakat yeniden açamıyoruz televizyonu, iş-güç, küçük kızımız, derken annelerimiz sormaya başlıyor: "Balıkçı ölecek mi?" "O nasıl söz anne, ağzından yel alsın, Allah göstermesin!" esprileriyle açıp Orhan’a soruyorum: "Yahu sen ölecek misin?", "Söyler miyim?" diyor. Söylemiyor, ama ölüyor. İşte söyleyen de ölüyor sonunda, söylemeyen de. Orhan, İdil’le benim nikah şahidimiz aynı zamanda. Birkaç yerde Orhan Alkaya’nın 78 kuşağından olduğu için şiirinin de 78 kuşağına dair olduğu türünde değerlendirmeler okudum. Alkaya 1958 doğumlu, gençliğinde yaşı varsa, belki de en genç olunacak yaşta, yani 1978’de tam 20 yaşında. Kim diyordu unuttum, bir Fransız şair mi yoksa ondan esinle ya da çeviriyle Özdemir İnce mi? "Gençliğin insanın en güzel yaşı (çağı) olduğunu söyleyenin alnını karışlarım!" Fakat azizim, insan 1978’de 20 yaşındaysa, bundan güzel ve bundan dehşetli ne olabilir? Ancak o sırada 20 yaşında bir ‘yaşlı’ olabilir bunun en dehşetli hali! 78 Kuşağı: İyi de Orhan Alkaya bu kadar ‘yeni’ olabilir mi? Sanki 1000 yıldır tanışıyoruz gibi. Birbirlerini 1000 yıldır tanıyanlar kabilesindeniz ya, o yüzden yıllar, kuşaklar, yüzyıllar bile ancak ‘zaman’ denen ve akıp giden suyun damlalarına mukabil olabilir. Oysa ‘biz’... Neredeyse ve nedense bir ‘zamansızlık’ duygusu içinde yaşayanlar, eyleyenler kabilesinden değil miyiz? Elhak öyleyiz. Hüsnütabiat, Ece Ayhan’ın şiirine de sızmış bir lezzet ama hüsnükuruntu muhakkak ve hepimize bulaşmış. Arkadaşlık da bulaşıcı değil midir, hadi devamını söylemeyelim, hastalık demeyelim, o kadar kibri olsun arkadaşlığın da, kirpinin kibri sayılsın o da. İçeriye karşı gül yaprağı, dışarıya karşı dikenli bir bitkidir belki de arkadaşlık. Kimseye batacağından değil elbette, zaten sonunda da tutar kendi parmağımıza batar, kendi kalbimiz gibi olan arkadaş kalplerine de battığı olur. Diyeceğim, Orhan Alkaya 78 kuşağına kadar gelmiş eski bir kirpidir. Mehmet H. Doğan’dan, yani Orhan’ın deyimiyle o ‘lacivert abi’mizden Süha Tuğtepe’ye, Hulki Aktunç’tan Sansarımız Seyhan Erözçelik’e kadar, son yıllarda pek çok arkadaşımızın da kalbimize fena battığını, fena dokunduğunu ise, vazgeçtim, söylemeyeceğim.

Melezlikten oluşmuş bir melez. Ama çok ve birbirinden farklı Orhan Alkayalar yok. O hepsini toplamış ve onların toplamından yeni bir melez çıkarmış ortaya. Şiirlerini ve şöhretini Ankara’da tanıdım, şahsını İstanbul’da. Bazen şiirin ögeleri dediğimiz şeyleri yalnızca şiire özgü sanarız, orada bırakırız. Bazen de bir şiirde jest dediğimiz şeyin bir şair hali olduğunu, şiirdeki edanınsa şiire onu yazan şair tarafından bağışlandığını anlarız, ki galiba şairleri de özel kılan, hem birbirlerinden farklılaştıran yani, hem de birbirlerine ‘özel’likle yaklaştıran, yakınlaştıran şeylerin de şairden şiire, şiirden şaire gidip gelen şeyler olduğunu anlarız. Orhan’da ilk gördüğüm şey, şiirine de yanısımış olan ‘eda’ydı. Bazıları buna ‘fiyaka’ da diyebilir kuşkusuz, o da olabilir, neden olmasın, şiire bir zarar vermiyorsa, aksine şiiri de daha okunur, daha görünür ve daha ‘yakışıklı’ kılıyorsa kimin itirazı olabiilir? Bence başka şairler bile itiraz etmez buna! Onlar etmezse de okur hiç etmez!

Evet ritim de vardır tartım da, denge de vardır ahenk de, ses de vardır musiki de, renk de vardır koku da, geçmiş de vardır...Geçmiş de! Orhan Alkaya’nın şiiri, iddia ediyorum(!),'geçmişin şiiri’dir. "İddia ediyorum" diye bilhassa yazdım, iddia etmem çünkü, fakat büyük bir ifşaatta bulunuyormuş hissini uyandırmak için, ne benimle ne de bu yazıyla ilgisi olan ‘iddia’ devreye giriyor burada. Ve hemen devreden çıkıyor. Bu anlamda da Orhan Alkaya hem ‘tarihi’ bir şahsiyet hem de ‘tarihi’ şiiriyetinden ötürü kuşkusuz, ‘tarihi’ bir şair olarak hem ‘bizim’ tarihimizdeki hem de şiir tarihimizdeki yerini alıyor. En azından bizim gönlümüzdeki yerini alıyor. Bu konuda çok iddialı olduğumu ise sanırım belirtmeme gerek yok!

 

1983 yılında tanıştık Orhan’la, İstanbul’da, yüzyüze geldik. Demek ki o zaman ben 27 yaşında, o 25 yaşında, ama ‘eski’ bir adamdı. Sonra da hep öyle kaldı. Ben bu adamı nereden tanıyorum Tanrım, nereden...diye roman cümleleri kurmama gerek kalmadı. Kendimden eski, kendimden evvel tanıdığım adamlardan biriydi işte. Edalı, fiyakalı duran yakışıklılığının altında elbette şiir vardır, yani kederli bir şiir vardır, aynı zamanda da tarihte kimi insanlara, kimi zamanlara, kimi devirlere yakıştırdığımız iyilikleri, doğrulukları, haklılıkları kendisinde toplamış olmanın, onların yerine de bunu yüzünde, şiirinde, aklında ve kalbinde taşımanın, sürdürmenin ağır, yakıcı ama kutsal sorumluluğunu da üstlenmiştir. Belki sonraları bir kaç kişi...daha diyeceğim ama. Diyemem. Çünkü Orhan’ın üstlendiği yalnızca toplumsal, düşünsel, şiirsel olan değildir, yalnızca poetik olan değildir politik de olandır aynı zamanda. Bu ikisini birlikte üstlenmek de mapusluk gibi zor zanaattır. Memlekette bazı cevaplar gibi bazı soruların da ölümle karşılandığı, cevabının baştan ölüm olduğu bilinmez işlerden değildir. Orhan, Türkiye Hala Mümkün(1999) kitabında yazdığı toplumsal, siyasal, artık ‘vicdan yazıları’ demek istemiyorum, çünkü vicdanı iktidardan yana kiralanmışların nedense dilinden düşmüyor bu kavram, ve elbette her koşulda insanı önceleyen yazıları, 1993’ten başlayarak yayımlanmıştı. Bugün de hala diliyle, önerileryle cesur yazılar, o günün karanlığında ‘ölüm tehlikesi’ sayılırdı. Onları yazan ve bu şiirleri yazan bir adam da herhalde ‘sosyalist şövalye’ sayılmalı. Ama benim ona ‘yoldaş şair’’ diye seslenmek daha çok hoşuma gidiyor, kendimi de tabii o ‘geçmiş’e dahil ederek.

 

İttihat Terakki’nin Üç’ünden Cemal Paşa’yı oynamıştır tiyatroda ama şiirde İttihatçıların halet-i ruhiyesini de sezmiştir. İttihatçı değildir, gizli bir Jöntürk yanlısı olduğu söylenebilir. Sivildir ama üstünde yıllar önce görüp ne zamandır görmediğim paltosu yine de Bolşevik kokusu, Bolşevik ağırlığı taşır. Yalnızca 1917 Şanlı Ekim Devriminden bahsetmiyorum, 1905 ayaklanmasında Kışlık Sarayı  basanlar arasında da görülmüştür o palto, sarayı topa tutan Avrora gemisindeki denizcilerden birinin sırtında da. Pugaçev ayaklanmasına da katılmıştır 1773’de, dekabristler arasında da yer almıştır. Kendini devrime kovalamıştır hep. 1917’de tam olarak neredeydi bilmiyorum, Kızılordu saflarında mı yoksa Azerbaycan’da Şura hazırlığında mı? Sivildir ama devrimci olmanın, eylemci olmanın kaçınılmaz karşılığı olarak askeri bir edası, tavrı da vardır, Bolşevik paltolarından, Kuvayi Milliye kalpaklarından, Karadağ tabancalarından, Makedon dağlarına çıkmış çakaralmazlardan doğru. Hepimizde vardır: ‘Kutsal İsyan’larla büyüyen, Mustafa Kemal’le Lenin’in kalpaklı resimlerinin yan yana durduğu evlerde yetişen çocuklarda ihtilal biraz da ‘haki’ rengine bürünmüş bir vakıadır.

Aşk, devrim ve şiir: Özgürlüğü de, eşitliği de, dayanışmayı da, yoldaşlığı, kardeşliği, arkadaşlığı da içeren üç kavram değil yalnızca. Orhan Alkaya’nın, nedense ilk defa ve ısrarla kullanmak istiyorum bu sözcüğü yasaklanmadan evvel, ‘duruş’unu, çok şükür yazdım işte, artık bu yazıda nasıl duruyor bilmem, şiirsel duruşunu, siyasal duruşunu, şahsi duruşunu ve bütün bunların neticelerini, tesirlerini de bünyesinde toplayan birer mefhum sayılmalı. Alkaya’nın şiirine, yani ‘geçmiş’e demek istiyorum, bakarken bunlar da ihtimal dahilinde sayılmalı. Orhan’ın şiiri gibi şairliği de, elbette onlara yön veren kimliği de, farklı zamanlara yayılmış durumda. Yani sadece bir 80 Kuşağı şairi değil, ama tam olarak 70 Kuşağı şairi de sayılmaz. Bence ikisinden de ayrı bir yerde duruyor onun şiiri. İki tarihe birden ama içiçe bakıyor. Kişisel tarihine ve Türkiye’nin ve dünyanın devrim(ci) tarihine. O yüzden iki anlamda da ‘tarihi’ bir şair ve ‘bizim’ tarihimizin de önde gelen şairi. Osmanlı’yla Cumhuriyet arasında yaşamış kimi kalem efendilerini de fena halde hatırlatıyor zaman zaman, en çok da Üç İstanbul’un Muharrir Adnan Bey’ini. Konaklara edebiyat ve şiir dersleri vermeye gidebilir, ‘gönülçelen’ olabilir. Dostoyevski’nin roman kahramanlarından biri de. Narodniklere benzetilebilir ya da Çarlık dönemindeki Rus anarşistlerine. Nihilist olabilir mi? Pek sanmam.

 

İlk kitabı Parçalanmış Divan’dan(1990) başlayalım, özel, kişisel, resmi, gayriresmi ve devrim tarihine ya da ansiklopedisine kaydettiği isimlere: Sysphios, Bobby Sands, Modigliani, Meyerhold(Unutmayalım ki Alkaya bir tiyatro yönetmeni ve oyuncudur da), Fikriye, Behçet (Aysan), Saccho ile Vanzetti, Yesenin, A! Etika’dan(1991) Haluk’a Veda, Spartaküs, Yakup Cemil, Kropotkin, Yenilgiler Tarihi Cilt 1’den(1994) Mişkin, Peçorin, Onyegin, Ahmet Muhip Dıranas, Nazım, Arthur, Cemal, Edip, Mallarme, Tatyos Efendi, Neveser Kökdeş, Cemil Meriç, Abdullah Ziya, Abdullah Djevdet, Mizancı (Murat), Prens (Sabahattin), Rıza, Althusser, Trotskiy, Mandelştam, Buharin, ve dahi Janis Joplin, Jimi Hendrix, Ahmet Haşim, Bedreddin, Şeyh Mağlub, muhipler, mahzunlar, mağluplar, mülhid yoldaşlar, Sevim Burak, Hacı Murat, Enver, D’artagnan, elbette Deniz Gezmiş, mutlaka Mahir Çayan, Türki, Kürdi, Ermeni, Arabi, Farsi, Rumi bütün nev’i şahsına münhasirler, lisanlar, insanlar, adamlar, kadınlar, zamanlar. Bazılarının adının anılması bile şiir olan, şiir yerine geçenler. Bazılarının zamanı da, hatırası da hiç geçmeyenler. Bazılarının düşüncesi bile kendinden geçirenler, ve onlarla kendinden geçenler...

 

Orhan’a işte bütün bu saydığım, sayamadığım, onun da hepsinin adını anamadığı herkesin ve hiçkimse’nin şairi olmak düşmüştür. ‘Kalmıştır’ değil, ‘düşmüştür’. Bazı şairler de ‘kader’e böyle inanır, kader’i şiir olarak kabullenir. Orhan’a da kader ‘eski’ bir şair olarak, tarihin, tarihimizin şiirini yazmak vazifesini vermiştir. Bu da devrimci bir görev midir? Evet. Ölenler devrim için öldülerse, yazanlar da devrim için yazmışlardır, yazarlar, yazıyorlar. Üstelik o şairin ve yoldaşlarının mırıldandığı en güzel şarkılardan biri hala “Ey Dev Gençli, ey Dev Gençli...” sözleriyle başlıyorsa...Ne dersin ‘yoldaş şair’ fena halde haksız mıyım?