Şair yazar Yılmaz Odabaşı, şiirini, yaşamını, aldığı ödülleri ve Diyarbakır Askeri Cezaevi’ni anlattı.

Her şeye rağmen umudunu kaybetmediğini söyleyen Odabaş, “Umuttan umudu kesmemek lazım çünkü daha hayatın düşlere borcu var. Umut, yanılgılara, yenilgilere rağmen bizi bekleyen ve hayata iliştirendir. O, bütün yaralara rağmen geride kalandır” dedi.

Şiirin çalkantılı bir dönemden geçtiğini söyleyen Odabaşı, “Herkes gibi şair de bir kirlenmede ve kuşatmadadır. Her birey gibi şair de nesnel gerçeğiyle direkt bir etkileşimde sistemin hem nesnesi hem öznesi haline getirildi. Şiirin hayattan kovulduğu bir dönem bu. Turgut Uyar, bir dönem “şiir çıkmazdadır, çünkü insan çıkmazdadır” diyordu; şimdilerde ise “şiir bitmiştir, çünkü insan bitmiştir” dememize ramak kaldı. Modernitenin, cehaletin ve popüler kültürün kıskacında şiir, insanın yeni yazgısına, insanın uçurum gibi düşüp kalakaldığı yalnızlığına nesnel karşılık üstlenirse bir işlev üstlenebilir. Şiir hayatlarımıza, yazgılarımıza bir nesnel karşılık içermelidir” ifadelerini kullandı.

Yılmaz Odabaşı, yazdıkları ve söylediklerinden dolayı başta Diyarbakır Askeri Cezaevi olmak üzere 4.5 yılı hapishanelerde geçti. Bugün çevirileri hariç, yeni baskılarıyla birlikte imzabıyla yayımlanmış 145 kitabı var.

Nuray Salman ve Haydar Eroğlu’nun sorularını yanıtladı.

»Şair-Yazar ve gazeteci Yılmaz Odabaşı'nın çocukluğu, gençliği, şiir yolcuğu, kitapları, ödülleri, sanatsal poetikası...

Her insan, kendince hüviyeti olan nesnel koşullarda, seç(e)mediği aidiyetlerle dünyaya gelir. Kişinin duyarlılığı bilincini, bilinci de ahlakını belirler. Kan davası güden bir aşiret çocuğuydum. Geride hayli travma bırakarak erken büyümek zorunda kalan bir çocukluk geçirdim. Yaşam öyküm, fırtınalı ve yorucu. Başta Diyarbakır Askeri Cezaevi olmak üzere, kimileri yazdıklarım ve söylediklerimden dolayı 4.5 yılım hapishanelerde geçti. Diyarbakır’da 8 yıl gazetecilik, birkaç yıl kitapçılık yaptım. Pek çok dergi ve gazetede yazdım. Çeviriler hariç, yeni baskılarıyla birlikte imzamla yayınlanmış 145 kitabım var. Adalet duygusu hırpalanmış bu toplumda edebiyat ortamının da ahlakının ve adalet duygusunun olmadığına tanıklık ettim. Yazdıklarımla hep tek tüfek yürümemin nedeni de bu yüzden.

»Şiirinizde izlekler iç içe; toplumla ilgili ne varsa şiirinizde. Şiiri bu kadar önemli kılan ne?

70’lerden 2000’lere dek şiire ve ona dair her tür ilişkiye ve disipline çok şey atfettik, güvendik. Kuşak olarak da şiirin dünyayı güzelleştireceğine inanmıştık. Şiirimizde dilsel kaygılar ve estetik yetkinlik kadar ideolojik etkinliğe de önem veriyorduk. Milenyumdan itibaren popüler kültürün başat biçimde topluma ve medyaya nüfuz edebileceğini öngöremedik.

Bir yanda siyasal İslamın sadece siyasal kulvarlarda değil, kültürel-sanatsal kulvarlarda da ümmet-ecdat söylemleri ve milliyetçi jargonlarla böyle geniş bir endikasyon alanı bulabileceğini öngöremedik. Modernite, popüler kültür ve siyasal İslam ve onun kültürel kulvarlarda sponsorluğunu üstlenen türedi yeni burjuvaların toplumda oluşan sığlaşmaya katkısıyla çağdaş edebiyatın, dolayısıyla şiirin de soluk alamadığı bir dönemden geçiyoruz. Modernite, medya ve cehalet iktidarı, Türkçe edebiyatın Cumhuriyet boyunca kat ettiği aşamayı argoya, yüz kırk karakterden oluşan sığ, şablon aforizmalara indirgedi. Bu nedenle marjinal bir kitlenin yüreklerini saymazsak, şiiri önemli kılan fazla bir şeyin olmadığı, kalmadığı bir sosyokültürel bir dönem bu. Şiirin hayli soluksuz kaldığı bir dönem.

»Şiir, hayat ve ölümün neresinde?

Şair için şiir, zamana direndiğinde, şairin ölümünden sonra da yazdıkları okunabildiğinde. Şiir ise ölümün değil, hep hayatın emrinde.

»Yaşadığımız çalkantılı günlerde şiirden beklediğimiz nedir? Şiirin nasıl bir işlevi olmalı?

Herkes gibi şair de bir kirlenmede ve kuşatmadadır. Her birey gibi şair de nesnel gerçeğiyle direkt bir etkileşimde sistemin hem nesnesi hem öznesi haline getirildi. Şiirin hayattan kovulduğu bir dönem bu. Turgut Uyar, bir dönem “şiir çıkmazdadır, çünkü insan çıkmazdadır” diyordu; şimdilerde ise “şiir bitmiştir, çünkü insan bitmiştir” dememize ramak kaldı. Modernitenin, cehaletin ve popüler kültürün kıskacında şiir, insanın yeni yazgısına, insanın uçurum gibi düşüp kalakaldığı yalnızlığına nesnel karşılık üstlenirse bir işlev üstlenebilir. Şiir hayatlarımıza, yazgılarımıza bir nesnel karşılık içermelidir.

»Şiire büyük emek verdiniz. Şiire adanmış bir hayat nasıl?

İlk şiirlerim 1981'de yayınlandı. 35 yıl önce şairler camiasının mensubu olmanın bir anlamı, gizemi ve asaleti olacağına inanıyordum. Ancak şimdi olup bitenleri saçma, gereksiz buluyorum. Bu yüzden hem bu sistemin hem de bu edebiyat ortamının şiire adanmış bir hayatın anlamını sorgulamamıza neden olduğunu düşünüyorum.

»Çocuklar için de yazdınız. Bu şiirinize, hayatınıza nasıl bir zenginlik kattı?

Yazıyı bütün olarak algılıyorum. Şiir yazabilen biri edebiyatın her türünde verimli olur. Çocuk kitaplarım ilgi gördü. Fakat şiir ve çocuk yazını ayrı kulvarlar. Bu yüzden çocuk kitapları yazmamın şiirime zenginlik katıp katmadığının takdiri benim değil, okurlarındır.

»Bir söyleşinizde; "Bir insanın bir insana ne kadar kötülük edebileceğini ilk kez Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde, henüz 18 yaşında delikanlıyken gördüm. O yılarda şiir yazmıyor olsaydım, dağa çıkardım" demişsiniz. Bunca kırımın yaşandığı dünyadan hâlâ umudunuz var mı?

Umuttan umudu kesmemek lazım çünkü daha hayatın düşlere borcu var. Umut, yanılgılara, yenilgilere rağmen bizi bekleyen ve hayata iliştirendir. O, bütün yaralara rağmen geride kalandır.

»1987'ye kadar aşka dair şiirleriniz yoktu, en çok okunan ve bestelenen şiirler aşk şiirleriniz oldu. Edebiyat ve Aşk dersek...

Hem edebiyat hem aşk. İkisi biraz da ömrümün özeti.

»Birçok ödül aldınız. Şiirinize katkısı oldu mu?

Şiire başladığım ve yazdıklarımı okura ulaştırmada ilk on yıl etkisi oldu. Sadece ilk 12 yıl (1987-99) ödüllere katıldım ve 16 ödül kazandım. Keşke ödüller kazanmaya, adımı bu biçimde duyurmaya mecbur kalmasaydım. Türkiye’de ödül müessesesi sorunlu. Ahbap çavuş ilişkileri ve lobilerle kotarılıyor. Ödül aldığım yıllarda bunun böyle olduğunu fark ettim. Bu yüzden neredeyse 20 yıldır hiçbir ödüle katılmıyor ve ilkesel olarak hiçbir yarışmanın seçici kurulunda yer almıyorum.

»Şiirleriniz; Ahmet Kaya, Onur Akın, İlkay Akkaya, Hayko Cepkin, Suavi, Edip Akbayram, Ferhat Tunç, Cevdet Bağca gibi sanatçılar tarafından bestelendi.

İlkesel olarak şarkılarını arabeskten, ümmet-ecdat, vatan-millet- Adapazarı söylemlerinden muaf tutan demokrat sanatçılar şiirlerimi bestelemeyi önerdikçe ben de rıza gösterdim. Onlar da dizelerimin milyonlara ulaşmasını sağladılar. Artık tek ciltte topladığım toplu şiirlerim 200 kadar şiirden oluşuyor. Bu şiirlerimin 40 kadarı bestelendi. Bestelenen şiirlerin daha çok yaygınlaşması, müziğin şiire attığı bir çelmedir. İnsanlar dünyaya her zaman müziği algılamaya hazır bir çift kulakla gelirler. Bu durum her insan için böyledir ancak şiir okuru olmak biraz daha derinlik ve çaba ister; müzik her zaman şiirden daha revaçta oldu olacak.

»Son Çeyrek Yüzyıl Şiir Antolojisi’nde şöyle diyorsunuz; 80'li yılların şairleri, önceki dönem ya da kuşaktan şair ve eleştirmenlerden hiç methiye almadan, bilakis onların küçümsemelerini kanıksayarak var oldular. O günlerden bugüne neler değişti?

Neredeyse hepsi maruz kaldıkları haksızlıkları, biat etmeye mecbur bırakıldıkları lobileri, pek çoğu şaibeli ödül müesseselerini, dar alanda kısa paslaşmaları boşa çıkaracak bir şey yapmadılar; edebiyat ortamında adalet duygusunu yeniden inşa edebilecek hiçbir yeniliğe, cürete imza koymadılar. Eleştirdikleri ve itham ettiklerine öykünerek onların kötü kopyalarına dönüştüler. Edebiyatı marjinalliğin ipotek alanı haline getirdiler. Anlaşılır ve okunur olmak adeta yüz kızartıcı itham nedeni -bile- sayıldı. Şiiri önce okurun, sonra hayatın sokaklarından kovulmasının müsebbibi biraz da bu mantaliteydi. Şiirin eleştirmen sorunu elbette var. Ancak edebiyatın edep kısmı hayli hasar altığı, etik değerler altüst edildiği için nitelikli eleştirmenler ortaya çıksa bile, bu uğultuda söyledikleri ve yazacakları işitilmeyecektir bile.