Hasan Cömert / ntvmsnbc / Yergösterici

‘İki Dil Bir Bavul’ gibi ‘Babamın Sesi’ de hakkında konuşulan ve etrafında dönen tartışmalarla kendini yeniden var etmeyi becerebilen bir film. Her ikisi de küçük bir hikayeden böylesi devasa bir soruna/sorunlara dair yeni ya da önümüzde durduğu halde görmekten kaçındığımız bir kapı açmayı beceriyor. ‘Babamın Sesi’nde Maraş Katliamı’ndan etkilenen Kürt-Alevi bir ailenin hikayesini anlatan Orhan Eskiköy ve Zeynel Doğan, gerçek ses kayıtlarından ‘gerçek’ bir film çıkarmayı başarıyor. Geride kalanların travmasını anlamaya çalıştığı gibi ülkenin ‘kirli’ tarihi ve asimilasyon politikasını büyük sözler etmeden hikayeleştirebiliyorlar. Eskiköy ve Doğan’la ses’leri, filmi, geçmişi ve gündemi konuştuk.

Önce filme dönüşen bu ses kayıtlarından başlayabilir miyiz?

Orhan Eskiköy: Benim kişisel olarak şöyle bir problemim var. Hafızam çok kötü. Ailemin hafızası çok kötü. Dedemden öncesini bilmiyoruz. Hiçbir şey aktarılmamış, hiçbir şey konuşulmuyor. Kafamda hep soru işaretiydi o hafıza meselesi. Bir de gündelik yaşamda konuşulur hani ‘belleksiz bir toplumuz’ diye. Meselelerin üzerini kapatmışız. Sivas, Çorum, Kanlı 1 Mayıs… Hiçbirini konuşmuyoruz, hatırlamıyoruz. Benim babam da işçiydi Libya’da. Hiçbir şey yok, mektup, fotoğraf yok. Kayıp bir 2,5 yılımız var. Babam eve döndüğünde kızkardeşim ona baba demedi. Çünkü baba yoktu. Benim kişisel olarak Zeynel’in hikayesine öykünmem olabilir. ‘’Şunu şöyle yapın, bunu böyle yapın’’ demesi, sanki hükmü geçecekmiş gibi babalık yapıyor olması çok hoşuma gitti. Bir anda parçalar birleşti, özellikle İki Dil Bir Bavul’u çekerken çocukların yetişkin hali gözümün önünde canlandı. Dili yasaklanmış bir çocuk büyüyor ve dağa kadar gidiyor. Bu parçaların birleşmesi bende büyük bir heyecan yarattı ve meseleye girdik.

Zeynel Doğan: Babam yurtdışına gittiği zaman uzun süre gelmiyordu. O zaman bizde okur yazarlık yoktu. Babam için de mektup 2-3 yıllık süreyi giderebilecek bir malzeme değildi zaten. Bizde de yazabilecek okuyabilecek hiç kimse yoktu. Telefon da yoktu. O zaman otururduk teybin başına, annem bizi konuştururdu. Herkes bir şeyler doldururdu. Babam da bizim için bir şey hazırlar, cevaben o kaseti gönderirdi. Biz hep o kasetleri dinlerdik. Sonradan öğrendim ki, kaset, o dönem bir nevi iletişim aracı olarak kullanılmış. 

Annem o kasetleri titizlikle sakladı. 4-5 yılda bütün kasetler kayboldu, yakıldı, atıldı. Telefon geldi çünkü ama annem sakladı. Ben de dinliyordum ama elimde 2 kaset vardı. Bunun önemli özel bir şey olduğunu hissettim ve ne yapabilirim diye düşündüm. O sıralar Özgür (Doğan) ve Orhan, İki Dil Bir Bavul için Diyarbakır’a gidip geliyorlardı. Konuştuk, projemi anlattım. Heyecanla dinlediler. Sesleri dinledikten sonra daha ciddi tartışmaya başladık. İlk önce belgesel üzerinden gidecektik. Ama bunun daha fazla şey söyleyebileceğine dair bir fikri vardı Orhan’ın. ‘’Kurmaca katarsak daha güçlü bir şey olabilir’’ dedi.

Kasetler kişisel hikayesinin dışında ülkenin geçmişine dair de çok şey söylüyor.

O.E: En başından beri Zeynel ve ailesinin içinden çıktığı toplumsal koşullar filmin arka planında olması gerekiyordu, senaryo aşamasında ince ince konuştuğumuz bir konuydu. Taraf tutmaya çalışmadan sadece insani boyutuyla yaklaşmak en başından beri aklımızdaydı. İki Dil Bir Bavul’la çok büyük bağlantılar var benim için. Zaman zaman röportaja benzeyen çekimlerin olması, belgesele yakınlığı gibi.

Z.D: Filmden sonra şunu çok duydum benim annem de öyle bekledi. Babam da Mustafa gibiydi. Çünkü devlet en iyi baba üzerinden kendini hissettiriyordu. Benim babam Türkçenin önemini en fazla vurgulayan kişiydi evde, ‘’okumak gerekiyor, başka şeylere karışmayalım’’ derdi. Devlet iktidarının aile içinde en hissedilir şekliydi baba ve bu baba temsiliyeti bu coğrafyadaki baba temsiliyetiydi aynı zamanda. Oğluyla iletişi kesilmiş anne de bu coğrafyadaki annenin bir temsili. Ortak hissiyatlar, ortak duygular yarattı. Küçük bir olay örgüsü üzerinden büyük insanların olduğu bir film.

‘Unutma’ meselesi bu toprakların her yerine sinmiş. Nedir sizce bu unutmanın nedeni?

O.E: Benim gördüğüm kadarıyla bu kültürel bir meseleye dönüştü. Biz ilk önce Osmanlı’yı unuttuk. Osmanlı’daki iyi şeyleri de kötü şeyleri de bir kenara koyduk. Cumhuriyet dedik, Batı dedik, medeniyet dedik ama Osmanlı bu kadar da tu kaka edilecek bir kültür değildi. Kuruluştan itibaren bir yok sayma, unutma, unutturma var, yeni devletin ana ideolojik açılımlarından bir tanesi bu. Unut ve yerine başka bir şey koy. 12 Eylül’ün ertesi gününde sanki bu ülkede hiç solcu yokmuş gibi. Tamam çoğu içeriye atıldı ama o meydanları dolduran kalabalık nereye gitti. Maraş katliamı oluyor ve hemen orada yaşan Alevi –Kürt aileler postalanıyor. Şehir boşaltılıyor ve sadece orada Sünni Kürtlere yer kalıyor. Devlet ne yapıyor: Maraş katliamını solcular yaptı diyor. Mahkemede kimin yaptığı belli olsa da ‘’bunu solcular yapmıştır’’ deniyor. Yani hem inkar var, hem yüzleşeme var. Bir de haklı çıkartma var.

Z.D: Bir şeyleri unutturtan yeni katliamlar oluyor sürekli. Yenileri yaşanırken geçmiş, bellekle ilgilenemiyoruz. Kalktığımız her gün yeni ölümlerin, yeni çatışmaların olduğu gün oluyor. O yüzden şu an sıcağı sıcağına Maraş gibi olaylar yaşanıyor. Maraş Dersim’i, Roboski Sivas’ı unutturur duruma geliyor. O kadar katliam dolu bir yaşamımız var ki ölümler durmadığı müddetçe bellek olmayacak çünkü sürekli tazelenen hafızamız var. O zaman soramıyorsun geçmişi.

O.E: İdeolojik açılımın bazı ayakları var. Onlardan bir tanesi devletin içinden koptuğu devleti unutması, diğeri Kemalist eğitimle her şeyin sağlamlaştırılması. Geçmiş hiç yoktu biz yeniden doğduk. En basiti, edebiyat dersinde Nazım Hikmet okutulmazdı. Dünyanın bildiği bir şairi öğrencilere göstermedik. O kuşağı düşünebiliyor musunuz? Nazım Hikmet’ten habersiz büyüyor. Ya da işte yüzleşme fikrinden habersiz büyüyor. Eğitim devletin ideolojik açılımının en önemli ayağı ve onunla birlikte yeni bir kuşak yetiştiriyor. Mesela, Başbakan’ın dediği gibi dindar bir nesil yetiştiriyor ve onun projesini yapıyorlar şimdi. Eğitim bu anlamda o toplumsal unutma kabiliyetini geliştiriyor. Hatırlama kabiliyeti geliştirileceği gibi unutma kabiliyeti de geliştirilebilir.

Toplum olarak da devlet bakışını haklı gören bir anlayıştan söz edilebilir mi?

O.E:Demokratik bir toplum değiliz. Dört kişi bir araya geldiğinde ikisi konuşuyor ikisi susuyorsa susanlar hemen konuşanların fikirleriyle başlıyor konuşmaya. İfade etmekten korkan bir kesim, bu da başka bir toplumsal miras. Sürekli bir bastırılmışlık var. Sürekli insan değil devlet yüceltildiği için. Devletin yüceltildiği bir toplumdan bahsediyoruz, sanki ‘devlet insaları yarattı’ gibi bir mesele.

Z.D: Devletle barışıp, eyvallah deyip oturmayı öğrendik. Bizim köyde belli bir zamana kadar devlet memuru yoktu, büyük bir hayaldi. Devlet sana kapıyı açtığı zaman her şeyi unutup başka biri olarak o kapıdan giriyorsun, devletle barışmak böyle bir şey. Devlet böyle anlaşma yapıyor.

Filmde küçük ayrıntılarla meselenin özüne dair isabetli sorular var. Örneğin, televizyondan Başbakan’ın sesini duyuyoruz, ‘Ana dil hakkı engellenemez’ diyor Almanya’daki Türkler için...

O.E: Meselemiz tartışma ortamı yaratmak. İki Dil Bir Bavul’un başardığı şey oydu. Birilerinin içi ısındı, konjönktür de uydu buna, hiç beklemediğimiz köşe yazarları, konuyu konuşmaya başladı. Dediğin gibi; ayrıntılar üzerinden o büyük meseleye dair küçük laflar edip, izleyenlerin ‘ben de hissettiğim şeyi söyleyebilirim’ noktasına gelmesi. Salonda da öyle oldu. Filmden sonra bir seyirci bunu söyledi. ‘Filmde çok güzel ayrıntılar vardı, ben de bunu hissettim’ dedi. Bizim film yapma niyetimiz bu. Bizim gibi insanların, ’Yalnız değilim’ demesi. ‘Niye mutlu değilsin, burası cennet vatan, neden ölmek istemiyorsun şehitlikten daha önemli mertebe mi var’ denilen bir ülkedeyiz.

Z.D: Biz insanların bir daha görmelerini sağlamak isteriz ama onların yerine büyük laflar edip bunu tüketmek, onların hakkını yemek de istemeyiz. Konuşabilsin, böyle bir kapı aralasın. Filmden sonra biri çıktı ’Doğu-Batı diye ayırmayalım lütfen. Hepimiz Türk’üz’ dedi. Düşünsenize hala böyle konuşuluyor. Onlar bu düşünceyle binlerce insanın ölümüne neden oldu ama hala o insanlar konuşuyor. O yüzden başka insalar da konuşabilecek diye düşünüyoruz.

Filmin zamansız- mekansız bir anlatımı var. Bu tercihiniz filmin meselesiyle alakalı değil mi?

O.E: Bunu söylemen çok iyi oldu, kameranın zamanın içinde dolaşıyor olması şu yüzden önemli; Biz katliamları hep ölen insanlar üzerinde konuşuyoruz. Peki ölenlerin ailelerine, sağ kurtulanlar ne oldu, onlar nasıl hayatlarını kurdular, bizim asıl hesaplaşmamız gereken bir katliam ikincisi de katliamdan sonra bu aileler nasıl yaşayacaklar. Neler hissedecekler. Bunu hiç konuşmuyoruz. En tehlikeli boyutu da bu. O ailelere özür borcumuz var ama sağ kalıp ne olacaklar, bu ülkeyle, toplumla, komşularıyla barışabilecekler mi? Hepimiz Türk’üz diyorsun tamam da bu travma ne olacak? Bunları hiç konuşmuyoruz. 10 yıldır, 15 yıldır çocuklarıyla acı çeken ailelerin ne yaşadığını bilmiyoruz. Bu savaşın içinde doğan çocukların ülkeye nasıl katılacaklarını bilmiyoruz. O yüzden zamanın içinde dolaşan bu kamera, ‘bunu da sormamız lazım’ demek için var. Onların travmalarıyla ilgili bir şey söylemek lazım.

Base’nin bekleyişini nasıl okumalıyız? Tüm olanlara rağmen umudunu koruyor diyebilir miyiz?

O.E:Base’nin üzerinden bunu söyleyebiliriz. İnatçılığı, ilkeleri, böyle istiyorum demesi, hayali kırılmış olsa da hala Hasan’ı bekleyen, hala o seslerle yaşayan, ’bunlar yaşanmasaydı Hasan da burada olacaktı, biz mutlu bir aile olacaktık’ diyen biri çünkü.

Peki, son olarak Türkiye için iyimser misiniz?

O.E:Ben iyimser değilim, bize yer kalmadığını düşünüyorum, bizim gibi düşünenlere, baskı istemeyen, o baskılara karşı direnen, başbakanından bakanlarına polis memuruna kadar elinde herhangi bir yetki bulunduran herkesin sopasıyla karşı karşıyayız. O yüzden çok umudum yok açıkçası, baktığınız zaman da nasıl olsun ki?

Z.D:Benim de kendi açımdan umudum yok ama Base gibi umudu olan çok insan var. Onlar açısından bir umuttan bahsedebiliriz.