Metin Üstündağ yeni dergileri Ot’u ve daha bi çok şeyi anlattı…

DOĞACAN DİLCUN DOĞAN / SABİT FİKİR

İstanbul'da yaşayanlar iyi bilir, bir toplu taşıma aracına yetişmeye çalışırken yolunuzdan olmanız için çok ciddi bir kuvvete ihtiyacınız vardır. Mesela, çoktandır göremediğiniz ve muhtemel ki çokça süre göremeyeceğiniz bir dostunuz. Mesela, acımasızca kırılan topuğunuz. Mesela, en sevdiğiniz yazarın vitrindeki son kitabı. Ya da, durduğu raftan sizi sıcak bir dost gibi yanına çağıran bir dergi... İşte benim Ot dergisiyle tanışma hikayem de tam böyle. Derginin ilk kez yayımlandığı gün olan 14 Şubat’tan birkaç gün sonra, hızlı adımlarla vapura yetişmeye çalışıyordum ki, kendisiyle göz göze geldik Beşiktaş ışıklarındaki büfenin orada: Bir vapur kendisine feda olsun!

Birkaç gün sonra Metin Üstündağ ile söyleşiye gideceğimi öğrenmek, işte bu yüzden güzel bir sürpriz oldu. SabitFikir ofisinden pek uzak değil Penguen'in, yani Ot'un ofisi... Vardığımda beni, derginin kurucusu, Metin Üstündağ ve “Bana bir şey olsa, hiç kimseye bir şey fark ettirmeden işleri yürütür.”  dediği Penguen yazarı, Üstündağ’ın bir nevi sağ kolu Faruk Kaya karşıladı. Bu müthiş ikilinin içtenlikleri ve karşı konulamaz esprileri karşısında, benim ilk röportaj heyecanım da arada kaynadı gitti, telef oldu.

Hem çok yeni, hem de epey eski bir dost olan Ot’u, kültür sanat dergilerinin gidişatını, memleketin yüz ekşiten olaylarını, gerçek edebiyatı ve edebiyatseverliği konuştuğumuz ve bol bol güldüğümüz bir buçuk saatin sonunda da ortaya bu söyleşi çıktı. Tanrı tüm organik dergileri korusun!

Sekiz ay gibi bir sürede hazırlanmış ilk sayı ve içerik çok zengin. Nasıl bir üretim sürecinden geçti Ot ve bu dolu dolu içeriği önümüzdeki sayılarda da görebilecek miyiz? Yoksa bu bir ilk sayı kıyağı mıydı?

FK: Üç sayı kesin göreceksiniz. Daha sonra ise fazlası gelecek. Hayvan ve Öküz’de de olduğu gibi, yazarların da önayak olması, içerik göndermesiyle daha da zenginleşiyor genelde.

MÜ: Örneğin; Öküz ve Hayvan’da haftalık diye başladık, ancak içerik yoğunlaşınca aylığa döndük. Bir yeşil alan, parka ufak çocukları bırakırsın, kendilerini kaybederler ya, burada da öyle oluyor. Seçme şansımız oluyor, ilk on birimiz devamlı değişiyor. Devamlı bir köşe yazarımız yok. Futboldan örnek verecek olursak; geri dörtlü, orta saha kendiliğinden değişiyor, “Bunu öteki sayıya atalım” diyoruz. Evlilik gibi değil, sevgili gibi bir dergi bu. Sevgilisini çok seven biri gibi, “Onun için ne yapayım, nasıl giyineyim?” diye soran biri gibi. Gizli mottomuz: Dergi sevgiliye çıkarılır.

Derginin içinde popüler isimler var, siyasi isimler var… Derginin hazırlanış aşamasında nasıl karar verdiniz hepsine?

FK: Kimi isimler aklımızda vardı ama bazılarıyla da “Aaa bak, şu isim de olsa güzel olur.” dediklerimiz oldu.  Fotoğraf Altı köşemiz için Sıla vardı mesela, önümüzdeki ay farklı bir isim olacak.

MÜ: Genelde görünen değil de görünmeyen taraflarıyla ele alıyoruz kişiyi. Örneğin Birhan Keskin’in fotoğrafları var. Onun şiirlerini zaten biliyoruz, bu sefer fotoğraflarını görmek ilginç geliyor. “Tanısan seveceksin.” lafı var ya, biz biraz da tanıştırıyoruz bu kişileri işte.

Amacınız gençlere okutmak mı?

MÜ: Amacımız süper para kazanmak! Şaka bir yana, bu işin hiçbir geliri yok, vakıf işi. Kesinlikle onlara okutmak istiyoruz. Hiçbir kurum görevini yapmıyor, ne aile, ne okul… Biz bu çocuklara öncelikli olarak vicdan vermek istiyoruz. İyiyi kötüyü, haklıyı haksızı öğretecek hiçbir kurum kalmadı çünkü. Çocuk bir süre sonra sıra arkadaşını rakip olarak görüyor çünkü üniversite giriş sınavlarında hakikaten rakibi olacak. Bir de, güven yok. Kimseye güvenmiyor gençler. Bu vicdan müessesesini biraz daha ileri götürebilmek için, mesela; İhsan Oktay Anar’ın romanlarından alıntılar olan sayfaları var dergide. Oradaki bir lafa kafası takılsa, onun üzerine düşünse, biz burada amacımıza bir nebze ulaşmış oluruz.

FK: Biz derginin hızla ve hazla okunması gerektiğine inanıyoruz ve çalışmamız da o yönde. Uykusuz ve Penguen’i okuyanlar var, bir de bunun biraz daha ötesini isteyenler var. Ben de öyleydim, Leman okurken Öküz’ü keşfettim, orada daha çok yazı vardı ve ben onları merak etmiştim.

Siz farkına varan kesimdenmişsiniz. Bir de mesela, aslında daha çok okumak isteyip, bunun farkında olmayanlar için de bir farkındalık şansı doğuyor burada…

FK: Günümüzde artık her şey birkaç cümleye indirgenebiliyor. O yüzden bizim de yapmaya çalıştığımız bu. Çizgilerle İhsan Oktay Karakterleri bölümünde, çizimler ilgisini çekiyor mesela, orada aforizma gibi bir cümle görüyor ve o da aklında kalıyor. Kitabın adının olması da, o cümleden doğan merak sonucu gidip kitabı almasına sebep olabiliyor. Herkesin ilgisini çekecek bir bölüm mutlaka var bu dergide diyebiliriz. Şu sayfayı sevmedi mi, geçsin. Bir sonraki sayfada belki ilgisini çeken başka bir şey çıkacak karşısına.

İNEK ÖĞRENCİNİN DEĞİL, AKILLI VE OKULU KIRAN ÖĞRENCİLERİN DERGİSİ

Müzik projenizden de bahsedelim biraz?

FK: Müzik projesine Gevende ile başlıyoruz. Aklımızda başka gruplar, müzisyenler de var, Büyük Ev Ablukada, Babazula gibi… Çıkarttığımız sayıyı onlara götürüyoruz, okuyorlar, inceliyorlar ve akıllarında kalanlardan bir şarkı besteliyorlar. O ayki derginin bir şarkısı oluyor böylece ve bu bizim internet sitemizde yer alıyor.

MÜ: İyi bir dergi, okurken çay, kahve, sigara içme, bir şeyler üretme ve hatta sevişme isteği uyandıran dergidir. “Keşke ben de bu derginin içinde olsam.” dedirtir. Mizah dergilerinin gizli yayılması şöyle olur mesela: Adam akşam sevgilisine anlatır orada okuduğu bir şeyi, oradaki bir espriyle kadını tavlar. Gündelik hayatın içine girebiliyorsa bir dergi, olmuştur. Bir ciddi edebiyat dergisinde bunu yapmak zor.  Edebiyat, sanat bazı ağır ağabeylerin ve ablaların ilgilendiği ağır bir şey gibi algılanıyor. Biz onu değiştiriyoruz, gündelik hayatta tercih edeceğin, sıkılmadan yapacağın bir şey yaratıyoruz.

İnek öğrencilerin değil, akıllı, okulu kıran öğrencilerin dergisi Ot. Onlar iyi ama okul sistemi kötü, o yüzden Sarıyer’e börek yemeye gidiyorlar mesela. Mizah dergilerini de ben böyle tanımlıyorum, ben de böyle başladım Gırgır’a. Önce aile suçlu hissettiriyor ama… Ben istediğim şeyi yapmam sayesinde, Sait Faik’i Burgazada’da, hep gittiği meyhanede, Orhan Veli’yi Rumelihisarı’nda görebildim.

Peki ofiste nasıl bir çalışma ortamınız var? Ne yer ne içersiniz?

FK: Dergideki “Otlarken” bölümü bizim ofis muhabbetlerimizin derlemesinden oluşuyor. Dergi ve gazete çıkaranlar özellikle bunu iyi anlıyorlar. Toplanıyoruz, notlar alınıyor, hemen birileri aranıyor ama ertesi gün geliyoruz, o notlara bakıyoruz ve çoğu konuşulanları hatırlamıyoruz bile. Toplantılarda 10 kişiye yakın oluyoruz, yeri geliyor pizza da söylüyoruz yeri geliyor bakkaldan ekmek arası kaşar da alıyoruz. Bir de Seyit Ali Aral faktörü var tabii, Penguen’deki Deli Mutfağı yazılarından bilenler bilir; en ilginç çorbaları yemekleri yapıp, füze benzeri özel çelik termoslarıyla getiriyor. Hatırladığım kadarıyla, en son ananaslı bir şeyler yemiştik yine...

MÜ: Beyin fırtınasından öte bir şey yapıyoruz toplantılarda. Bir dergi yaparken en sevdiğim şey, eski okurların sonra burada yazar olabilmeleri.

FK: Grafikerimizle birlikte sayfaları hazırlıyorum. En son, Metin Abi’nin yazıların başına oturup, son bir gözden geçirdiği bölüm var. Sil baştan yeniden yaptığımız sayfalar da oluyor, “hiç dokunma şahane olmuş” dediklerimiz de. Ve nihayetinde hazır oluyor dergimiz.

MÜ: Ben sadece sahaya çıkacak 11’i belirliyorum. Sayfaları önüme koyuyorum, okurken nasıl bir ruh haliyle okursun diye düşünerek ayarlıyorum hepsini. Ve seçtiğimiz yazıların özellikle bir anlamı olması gerekmiyor, örneğin Didem Madak yazısı, şairin ölüm yıldönümü veya başka bir özel zaman dilimi olduğu için konulmadı.

Mesela Penguen’e pazartesiden pazartesiye geliyoruz, dergiyle ilgili hiçbir şey konuşmuyoruz. Gündem hazırlanıyor daha sonra, Türkiye’de neler olup bitiyor, hepsini gözden geçiriyoruz. Tüm sevimsiz haberlere bakıyoruz, yani Pazartesi Sendromu denilen şey hakikaten burada yaşanıyor. Haftalık dergide bu böyle…  Aylık dergide ise bambaşka.  Bir ahali şeklinde çalışıyoruz, iş ciddi ama biz eğlenerek çalışıyoruz. Sohbetimiz muhabbetimiz eksik olmuyor, ama bir yandan da dergi ortaya çıkıyor.

Hayvan neden kapandı? Bu dergide, buna karşı bir önlem aldınız mı?

MÜ: Muhasebe ile ilgili bir şeydi, bizimle ilgisi yoktu. Bu nedenle kapandı Hayvan. Öküz ise, tirajının çok yüksek olduğu bir dönemde, ilk defa bir dergi “Eyvallah, yeni bir dergide görüşmek üzere.” diyerek bir ara verdi. Hiçbir zaman “Satmıyor.” diyemeyiz, okura saygısızlık olur bu. İşin muhasebe bölümüne kafa yoramadığımız için arada bir bazı kötü sürprizler gelebiliyor işte başımıza, ama biz de işin o kısmına takılmak istemiyoruz. Üreten insanın, bunları bilince mutsuz olacağına inanıyorum.

“Organik kültür sanat dergisi” nedir? Kültür sanat dergisinin organik olmayanı nasıldır?

MÜ: Ota hormon gerekmez, otoyolların kenarında bile çıkar, kimse onu güzelleştirmeye çalışmaz ve onunla oynamaz. Altın çilek yetiştirilir ama kimsenin aklına ot gelmez. Organik derken, kültür sanat piyasası çok masummuş gibi görünüyor ama öyle değil aslında. Ben bir kitapçıya gittiğimde ve sabun kalıbı gibi kitaplar gördüğüm zaman bir garip oluyorum.

Okuduğum, seçtiğim kitapların manav düzeninde durmasından çok, onları arayıp bulmamı bekleyen, kıyıda köşede duran kitaplar olmaları hoşuma gidiyor. Satışta, sunumda değil, içerikte bir şeyler olmasını arıyorum.

İlişkiler paketleniyor, aşklar paketleniyor, herkes birbirine paketlenmiş geliyor. Hep bir sunum halindeyiz. Ambalajı açtığında ise, gerçek, saf, organik olup olmadığını anlıyorsun. Yaralarımızı, çocukluk dönemimizde çıkarsızca nasıl gösterebiliyorsak, nasıl oyun oynayabiliyorsak safça, biz de öyle dergicilik yapmaya çalışıyoruz. Şimdi herkes birbirine “Ben senin kalbini seviyorum, ben senin aklını seviyorum.” filan diyor ya, asıl ciğer diye bir şey var. “Ciğerini bilmek.” daha güzeldir bence. Derginin adı Ciğer de olabilirdi, ama o zaman sakatatçı gibi olabilirdik!

GÜNLÜK HAYATTA CÜMLE İÇİNDE GEÇMESİDİR BİR DERGİYİ İYİ YAPAN

İlk sayıyı elinize alıp baktığınızda “Vay, bu çok güzel oldu!” ya da “Keşke bunu bu şekilde yapmasaydık.” dediğiniz yerler oldu mu? Eleştirecek şeyler buldunuz mu?

FK: Ufak tefek teknik hatalar olabiliyor gözümüze batan. Bunlar da, dergi çıkaranın takıldığı ama okurun takılmadığı noktalar oluyor genelde.

MÜ: Bizim için önemli olan, derginin gündelik hayata girebilmesi. Sevgiline orada okuduğun bir şeyi anlatıyorsan günün sonunda, günlük hayatına sokuyorsan, o dergi olmuştur diyebiliriz. Hep şöyle derler “Bizi anlamıyorlar, bizi okumuyorlar.” Türkiye’de neden okunmuyor diyorlar, bir de suçu okura atıyorlar. Spor gazeteleri ulaşıyorsa okura, bunu nasıl beceriyorlar? Gereksiz bir elitistlik bu, edebiyat algısının yanlış olmasıyla ilgili tamamen. Maskelerle edebiyat yapmadığımızda çok daha mutlu olacağımızı düşünüyorum. 

Uzun yıllardır yazıp, çiziyorsunuz. Hiç isyan edip, “Tamam, ben güneye yerleşiyorum!” dediğiniz olmuyor mu?

MÜ: Aksine, güneye bile gitsem, orada da bir şeyler yaparım. Hiç başıma gelmedi bu. 13 yaşımda başladığım için bu işe, başka bir şey bilmiyorum. Bir tarafım hep mizahla düşünüyor, iş gibi görmüyorum bunu. Öbür tarafa gitsem dahi, bu defa “Cennette huriler teklif ediyormuş!” diye düşünürüm herhalde!

Siz kimleri okumayı seviyorsunuz, geçmişinizde “Beni çok değiştirdi,” diyebileceğiniz yazarlar, şairler var mıdır?

MÜ: Çok güzel bir soru bu. Kitaplar değil de, dergiler var; Gırgır mesela. Dostoyevski, Orhan Veli, Sait Faik, Tezer Özlü, maskesiz yazarlar… Gençliğimde, serseri zamanlarımda, yazarların hep takım elbiseli, kravatlı, döpiyesli, ciddi ve sıkıcı insanlar olduklarını zannederdim. Bir gün Dostoyevski’nin hayat hikayesini okudum ve rahatladım. Kumarbaz, karısını aldatmış, idamdan dönmüş…  Sonra bir baktım ki bize yazarları hep yanlış anlatıyorlar. Bir insanı defolarıyla, parazitleriyle, arızalarıyla sevmeyi öğrendim ve böyle yazarlar benim sevdiğim yazarlar oldu.