Geçtiğimiz hafta 87 yaşında vefat eden Kolombiyalı yazar ve gazeteci Gabriel Garcia Marquez'in 'En Agosto nos Vemos/ Ağustos'ta Görüşürüz' adlı yazınının ilk bölümü bugün Taraf gazetesinde yayınlandı.

Carlos Fuentes, “Cervantes’ten bu yana İspanyolca yazan en iyi yazar” sözleriyle selamlamıştı Gabriel Garcia Marquez’i. Edebiyatın büyülü devi, dünyaya sarı güller ve kâğıt kelebeklerle veda ettiğinde geride yayımlanmamış bir metin bıraktı: “En agosto nos vemos/ Ağustos’ta Görüşürüz.”

İspanyol La Vanguardia gazetesi, Marquez’in ardında bıraktığı yegâne metine ulaştı. Edebiyat eleştirmenleri ve yazarlar, metnin “formunun zirvesinde bir Marquez’i” okurla buluşturduğunu vurguluyor.

Taraf'ın La Vanguardıa gazetesinden aldığı Marquez'in “En Agosto nos Vemos/ Ağustos’ta Görüşürüz” adlı İspanyolca metnin ilk bölümü şöyle...

Ağustos’ta Görüşürüz

Ağustos’un 16’sında, Cuma günü öğleden sonra ikide vapurla adaya döndü. Ekose kumaştan bir gömlek, kovboy pantolonu, alelade topuksuz ayakkabılar giymişti; ayaklarında çorap yoktu ve bagaj olarak da sadece bir plaj çantasıyla ne olur ne olmaz diye aldığı bir şemsiye vardı yanında. Rıhtımdaki bir dizi taksinin arasında, adanın havasından, suyundan yıpranmış eski model bir araba çarptı gözüne. Şoför, onu eski bir tanıdığı selamlar gibi karşıladı ve kızgın denizin vurduğu inci gibi beyaz kumsalların okşadığı sokaklardan, sazdan çatılı kerpiç evlerin ve yoksul insanların arasından tökezleyerek götürdü. Korkusuzca yolun ortasına atlayan domuzlar ve çıplak çocuklar yüzünden sık sık direksiyon kırmak zorunda kalıyorlardı. Köyün sonuna doğru, açık denizle mavi balıkçılların mesken edindiği lagünün arasında turistik kumsal ve otellerin olduğu, palmiye ağaçlarıyla dolu bir cadde vardı. En nihayetinde, görünüşüyle bölgenin en eskisi ve değersizi olduğunu eleveren otelin önünde durdular.

Otel görevlisi, ikinci katta lagüne bakan tek odanın anahtarı elinde, bekliyordu. Dört basamak çıktı ve böcek ilaçlarının kesif bir kokuyla kapladığı, çift kişilik yatağın neredeyse adım atacak yer bırakmadığı sefil odaya girdi. Makyaj çantasını ve ayraç yerine fildişinden bir kâğıt bıçağı kullandığı kalın bir kitabı, yatağının yanındaki komodinin üzerine bıraktı. Pembe ipekten geceliğini çıkarıp yastığın altına koydu. Tropik kuş desenleriyle süslü ipek eşarbını, kısa kollu beyaz gömleğini ve ayakkabılarını çıkarıp, makyaj çantasıyla birlikte banyoya girdi.

Hazırlanmaya başlamadan önce, ekose gömleğini, alyansını ve sağ kolundaki saatini çıkardı; seyahatin tozlarını akıtmak ve şekerlemenin izlerini yüzünden silmek için hızlıca yüzüne su çarptı. Yüzünü kuruladıktan sonra, iki doğum yapmasına ve ilerleyen yaşına rağmen hâlâ diriliğinden taviz vermeyen göğüslerini aynada göz ucuyla tarttı. Elleriyle yüzünü gerdiğinde yanakları genç bir kadının siluetini taşıyordu; gözleri Çinlilerin gözleri gibi kısık, burnu basık, dudakları da kalın görünüyordu şimdi. Boynunda yeni yeni çıkan kırışıklıkları görmezden geldi, elinden bir şey gelmezdi zaten; vapurdaki öğle yemeğinden sonra fırçaladığı tertemiz dişlerine baktı. Yeni tıraş ettiği koltuk altına deodorant sürdü ve cebinde adının baş harfleri olan AMB işlenmiş serin keten gömleğini üzerine geçirdi.

Dalgalı, omuzlarına değen saçlarını çözüp fırçaladı ve kuşlu eşarbıyla atkuyruğu yaptı. Son hamle olarak da, vazelinle dudaklarını yumuşatıp ruj sürdü, dudağından taşanları diliyle düzeltti ve her iki kulağının arkasına acı bir nefeslik parfüm sıktı ve hayatının güzünde bir anne gördü aynanın karşısında. Makyaj malzemesi olmadan cildi özgün rengini koruyordu ve Portekizlilere özgü göz kapaklarının ardında sarı yakut gibi parlayan gözleri yaşını göstermiyordu. Ancak alyansını ve saatini takınca geç kaldığını fark etti: Saat beşe altı vardı. Yine de, bir özlem dalgasına kapılıp lagünden yükselen sıcak buharda devinimsiz duran balıkçılları izlemek için durdu. Denizin üstündeki koyu bulutlar, ihtiyatlı davranıp şemsiyesini de yanına almasını tavsiye diyordu adeta.

Taksi muz ağaçlarının gölgesinde bekliyordu. Palmiye ağaçlarının arasından otellerin bittiği yere kadar caddede, epey rağbet gören bir pazara doğru gittiler ve bir çiçekçinin önünde durdular. Plaj koltuğunda uyuklayan kilolu siyahî kadın aniden gözlerini açtı, arabanın arka koltuğundaki kadını gördü ve sabah sipariş edilen kuzgunkılıcı buketini, çene çalıp kıkırdayarak kadına uzattı. Birkaç cadde sonra taksi keskin taşların arabanın geçişini zorlaştırdığı bir yokuşa tırmanmaya başladı. Sıcağın havasız bıraktığı caddelerde, yatlar rıhtıma dizilmiş, vapur adadan uzaklaşıyor ve ufukta puslu bir şehir silueti ile Karayipler görünüyordu.

Tepenin zirvesinde, yoksulların gömüldüğü iç karartıcı bir mezarlık vardı. Mezarlığın paslanmış kapısını rahatlıkla ittirdi ve yabani otların kapladığı tümseklerin, bir tabut ve Güneş’in rengini açtığı kemik yığınının arasından elinde çiçek buketiyle ilerledi. Mezarların her biri, ortasında pamuk ağacından bir dal ile ayırt edilemeyecek kadar birbirine benzer ve kimsesiz görünüyordu. Sivri taşlar, kauçuk ayakkabının tabanını dinlemeden acıtıyor, kızgın Güneş ise şemsiye kumaşını delip onu bunaltıyordu. Derken, çalıların arasından bir iguana fırladı, hemen önünde durdu, ona baktı ve ürküp kaçtı.

Üç mezarı saran tozları almayı daha yeni bitirmiş, bitkin ve ter içinde kalmıştı ki üzerinde annesinin adı ve 29 yıl öncesinin tarihi kazılı, sararmaya yüz tutmuş mermer mezartaşını buldu. Annesine evde olan bitenleri anlatır, evlenip evlenmemesi gibi karar vermesi gereken konuları danışır ve açık seçik, bilgece cevapları birkaç gün içinde rüyasında göreceğine inanırdı. Oğlu trafik kazası geçirip de hayatla ölüm arasında iki hafta asılı kaldığında da benzer bir şey yaşanmıştı. Ne var ki, o zaman cevabı rüyasında görmemiş, markette nedensiz yere yanına yaklaşan bir kadın aracılığıyla almıştı. Batıl bir itikat değildi onunki; aksine annesiyle kusursuz özdeşleşmesinin ölümden sonra da devam ettiği yönünde akla mantığa yatkın bir kesinlik taşıyordu. Bu nedenle o yıl aklını kurcalayan soruları sordu, çiçekleri mezara bıraktı ve cevapları, düşüncelerin zihnini en az meşgul ettiği anda alacağına inanarak mezardan çıktı.

Görev tamamlandı: 28 yıl boyunca aynı zamanda, her Ağustos’un 16’sında, aynı otelin aynı odasında kalıp, aynı taksici ve aynı çiçekçiyle, yakıp kavuran Güneş’in altında aynı sefil mezarlıkta annesinin mezarına bir buket taze kuzgunkılıcı bırakmak için aynı yolculuğa çıkardı. O andan vapurla adayı terk edeceği ertesi sabahın 09:00’una kadar yapacak hiçbir işi yoktu.

Adı Ann Magdalena Bach, 52 yaşında ve kendisini seven, henüz edebiyat tahsilini bitirmeden ama hâlâ bakireyken evlendiği kocasıyla uyumlu evliliği 23’üncü yılını doldurdu...