Karin Karakaşlı, Agos’taki köşesinde Ayşe Kulin’in Ermeni Soykırımı’yla ilgili sözlerini değerlendirdi: Edebiyat öncelikle insan hikâyesidir ve resmi tarihin yalan ile riyaya bulandığı coğrafyalarda, yazarın hayalgücünün ürünü olmanın ötesinde gayrıresmi tarih kaydı işlevini de üstlenir.

Karin Karakaşlı’nın o yazısı:

GİZLİ ÖZNE OLARAK SOYKIRIM

Edebiyat, doğası gereği muhalif, tanımı gereği kapsayıcıdır. Öyle ya, bir kitap yazmak ya da okumak için akmakta olan hayatın dışına çıkmanız gerekir. Kurulu düzenle bir derdiniz yoksa, çarkın dişlileri sizi her seferinde tükürmüyorsa, niye yazasınız?.. Gündelik hayat gerçeklerine boğuldukça hakikatinizden olmak ağrınıza gitmiyorsa, varlığınızın kudret ve aczi nefesinizi kesmiyorsa niye yaratasınız?..

Ha tabii, 'projeci yazarlık' yolunu seçebilir, yıllık ajandada gündem maddelerini belirleyip münasip eserlerinizi zamanlama harikası duygulanımlar eşliğinde yumurtlayabilirsiniz. Haliyle dar alanda iki boyutlu tipler yaratır, ağızlarına hazır replikler koyarsınız. Herkes ve her şey nesneleşir.

Oysa edebiyat öncelikle insan hikâyesidir ve resmi tarihin yalan ile riyaya bulandığı coğrafyalarda, yazarın hayalgücünün ürünü olmanın ötesinde gayrıresmi tarih kaydı işlevini de üstlenir. Suya akıtılan, rüzgâra fısıldanan sırların sesidir o. Derinden dip dalga olarak gelir, mum ışığında titreşir.

O yüzden çıkıp da bir yazar, coğrafyasının en büyük acılarından birine radikal sağ parti siyasetçisi üslubuyla bodoslama dalarsa, bu sözlerle halel gelmeyecek acıyı bir yana bırakıp bu ruh fukaralığına üzülesiniz tutar.

Yeni kitabının tanıtımı için katıldığı Enver Aysever'in 'Aykırı Sorular' programında Ayşe Kulin'in düşündürdüğü tam da buydu. İbreti alemlik cümlesini vurgular gözüme sıçradığı için özel yazım eşliğinde paylaşmak durumundayım: “Ben ErmeniLERİ çok severim AMA o bir tehcir olayıdır. Savaşta yaşanmış bir olaydır. SAVAŞTA yaşananlara SOYKIRIM DEMEK ZOR... YahudiLERİNKİ gibi gidip DURUP DURURKEN BİZ onları KESMEYE başlamadık.”

Türkçe dilbilgisinde gizli özne diye bir şey vardır ya, bu cümlede saklı 'aleni soykırım'ı bulma oyunu oynayabiliriz birlikte. Önce şu ağız dolusu fışkırıveren çoğul takılarından başlayabiliriz misal. Ben Ermeni olarak 'Ermenileri' çok sevmiyorum. Hiçbir halkı çoğul olarak sevmem mümkün değil çünkü bunun tersinde cümlesinden nefret de edebilmem gerekir.

Geçtim takıları, geldim şu kendinden önceki her şeyi itibarsızlaştıran 'ama' bağlacına... Nitekim işte öğreniyoruz ki savaşta yaşananlara soykırım demek zor. Öyle ya bir halkın kökü kazınırken hangi tanım eşliğinde katledildiği çok önemli bir öncelik. Karşılaştırmalı soykırım okumaları eşliğinde Ermenilerin Yahudiler gibi 'durup dururken' kesilmediklerini öğreniyoruz. Kesildilerse bir sebebi, bir gerekçesi var. Muhtemelen bu da “Doğu bölgelerinde Ruslarla işbirliği ederek bizi arkadan vuran Ermeniler” resmi anlatısı olmalı ki, yazar da zaten rahatlıkla bir 'biz'den bahsediveriyor. Bu biz de şöyle tanımlanıyor ortaya karışık: “Osmanlı da biziz. Osmanlı’nın devamıyız. Hayır, ben Cumhuriyet Türküyüm ama bir kuşak var yani ben Osmanlı dedemin kucağında büyüdüm. Bir anda makasla kesemezsiniz geçmişinizi.”

Diyaloğun buralara geliş hikâyesi ise bugünümüzden başlıyor. Kulin “Ben kendimi bir Türk olarak Hrant’ın katillerinin bulunamamış olmasından dolayı sorumlu ve ızdırap içinde hissediyorum” diyor ve ekliyor: “Ermeni kıyımı yapıldığı zaman yoktum, annem bile doğmamıştı. Oradan kendimi sorumlu hissetmiyorum ama içinde yaşadığım Türkiye’nin ayıplarından…”

O ayıpları birlikte biraz hatırlayalım mı? Hrant Dink, Atatürk'ün manevi kızı ve Türkiye'nin ilk kadın savaş pilotu Sabiha Gökçen'in 1915'in evlat edinilen Ermeni yetimlerinden olabileceğine ilişkin haberle hedef gösterilmeye başlanmış, sistematik bir basın ve yargı kampanyasıyla 'Türk düşmanı' Ermeni gazeteci olarak yaftalanmış, öldürülmeden bir süre önce de Reuters'e 1915'in soykırım olduğu yönündeki beyanatı üzerinden ayrıca yargılanmaya başlanmıştı. Bunca veri eşliğinde Hrant Dink'in öldürülüşü ile inkâr edilen Ermeni Soykırımı arasında illiyet görmemek ancak özel çaba ile açıklanabilir.

O özel çabayı Ayşe Kulin Ermeni eniştesini konu edinen 2006 tarihli yazısında da göstermişti: “Eğer Ermenileri Doğu illerimizi işgal etmiş olan Rus askerlerine yataklık yapmalarını, Rus üniformaları giyerek bize karşı savaşmalarını önlemek için sürgüne yollayacağımıza öldürmüş olaydık, ben, sevgili eniştemi hiç tanımayacaktım. Eğer üzerimize yapıştırılmak istenen ’soykırım’ yaftası doğru olaydı, eniştem çoktan öldürülmüş olacağı için, anneannemin babası Reşat dedem, kızı bir Ermeni’yi sevdiğinden dolayı intihara teşebbüs etmeyecek, aile bir skandalla sarsılmayacak, teyzem Kıbrıs’a sürgüne yollanmayacaktı.”

Bu tersten okumalı mantık ne kadar içimi rahatlattı, bilemezsiniz. Düşünsenize eğer soykırım olsaydı, bu yazıyı yazamayacaktım çünkü ana babamdan doğamayacaktım. Soykırımın Cumhuriyet idelojisi ile bütünleşen bu zihniyetin aleni gizli öznesi olduğunu anlatamayacaktım. Doğabildiysem, can meramımı anlatabildiğimi ummak isterim. Yoksa hakikaten, yaşamasam da olur.