Tiyatro ve sinema oyuncusu Haluk Bilginer, Oyun Atölyesi’nde sahnelenen son oyunu Pencere ile ilgili olarak Cumhuriyet’ten Ceren Çıplak’ın sorularını yanıtladı.

Bilginer, ilgili röportajında hayata, erkek egemen sisteme ve tiyatroya dair çarpıcı açıklamalarda bulundu.

Bilginer’in Cumhuriyet’e verdiği röportajdan bazı kısımlar şöyle:

Oyunda kadın karakter yasak aşk derken erkek karakter asıl tehlikeli olanın açık ve göz önünde yaşanan bir ilişki olduğunu söylüyor. Sizce de açık yaşanan ilişki daha mı riskli?

Evet, evlenmek büyük risk. İki kişinin birlikte bir yaşam kurması büyük risk. Herkesin farklı beklentileri var. İki insanı bir yere koyuyorsun ve birlikte bir yaşam kurun diyorsun. Sen zorluyorsun o feragat ediyor, hadi orta yerde buluşalım diyorsun, o orta yerde kişiliksiz bir yer oluyor. Ben kendimden ödün veriyorum, siz kendinizden ödün veriyorsunuz ve ortaya yalan bir şey çıkıyor.

Nasıl olacak o zaman?

Herkes özgür olacak. O zaman olacak. Sistem evliliği çok sever, bayılır, herkes evlensin ister. Sistem sorumluluk yüklemek için evliliği ister. Başını kaldırma, çok fazla bağırma, ev kiranı, elektrik faturanı düşün, sana sorumluluklar yükleyeyim, fazla bağırma, şikâyet etme der. Sistem bizi yönetebilsin diye evlilik ister.

İki kişi olarak bir noktada buluşabilmek için ödün vermek, vazgeçmek durumundasınızdır. Kendinizden vazgeçmezseniz birlikte olamazsınız. Arkadaşınla birlikte yaşamak zorunda değilsin, bir şeye kızarsın iki gün görüşmezsin ama karınla, kocanla her gün berabersin. Ödün iyi bir şey değil. Şimdi, Haluk Bilginer evlilik karşıtı diyecekler, öyle bir şey değil. Sadece bir şeyleri tahlil etmeye çalışıyoruz. Evlilik karşıtı olsaydım hiç evlenmezdim.

Var olma mücadelesiyle ne kadar meşgulsünüz?

Var olma mücadelesi asgari ücretle çalışan bir fabrika işçisini de felsefe kitabı yazan profesörü de aynı şekilde ilgilendiren bir şeydir. Eşit derecede var olabilme mücadelesi kaygısına sahibiz çünkü hepimizin var olabilme mücadelesi farklı. Biri o felsefe kitabını yazarak var olmaya çalışıyor, öteki elektrik faturasını ödeyip çocuklarının masrafını karşılamak için...

[…]

Oyundaki “Erkekler tenisi bu, insanlar gelen topu karşılamakla ilgilenmiyor, artık servisi çakıp topun geri dönmemesini umuyorlar” cümlesi bugünkü ilişkilere iyi bir atış mı?

Aynen öyle. Ama erkekler böyle siz kadınlar öyle değilsiniz.

Zekâ sorunu tespit eder, akıl ise sorunu çözer. Erkek akıllı değil, kadın akıllı çünkü kadın doğuruyor. Toprak ana derler... Doğa aklı var kadının. Erkek doğuramıyor, erkek rahimsizlikle malul....

Röportajlarınızda hep rahim vurgusu var. O yüzden şunu soracağım, geçen günlerde bir konferans için Freud’un torunu İstanbul’a geldi...

Penis kıskançlığı mı dedi, Freud gibi.

Hayır. “Hepimiz ana rahminden geldik” dedi. Arto Tunçboyacıyan da bir konserde “Hepimizin memleketi ana rahmi” demişti. Sizde hepimizin Tanrısı ana rahmi mi demek istiyorsunuz?

Tanrı diye bir şey varsa kadındır. Allah baba değil, Allah anadır o. Allah, baba olamaz. Niye toprak ana diyoruz da Allah ana demiyoruz. Hep erkek cümleleri bunlar.

Sizin rahminiz var, siz insan üretiyorsunuz, erkeğin aklı bunu anlayamaz. İçinden insan çıkaran bir insanı erkek kavrayamaz. 14. yüzyılda kadınları niye yaktık, biz sizi niye yaktık, sizden korktuğumuz için. Erkeğin kafasında siz korkulacak bir şeysiniz. Siz cadısınız, içinizden insan çıkarıyorsunuz, biz onun için kolay öldürüyoruz, üretmenin ne olduğunu bilmiyoruz çünkü. Biz insan öldürmeyi kahramanlık zannediyoruz.

Erkeğin iktidarından korkuyor musunuz?

Erkeğin iktidarından nefret ediyorum, korkmak ne kelime... Dünyanın bu gidişatından çok korkuyorum. Korkmamak aptallıktır, insan olan korkar. Erkeğin de rahmi olsaydı, doğurabilseydi bu dünya çok daha mutlu bir dünya olurdu, savaş falan olmazdı. Kadın doğurduğu için yaşamın değerini biliyor, erkek yaşamın değerini bilmiyor. Öldürmeyi kahramanlık sanıyor.

Oyunda insanların artık konuşarak anlaşmadığı, dil denilen şeyin artık geçmişte kaldığına dair bir diyalog var. Nasıl anlaşıyoruz artık?

Birbirimizi döverek anlaşıyoruz. Kimin yumruğu daha güçlü ise o kendini haklı zannediyor. Kim daha çok bağırıyorsa o haklı zannediliyor. Daha çok bağıran değil genellikle bağırmayan haklıdır. İki arkadaş arasında da öyledir. Bir eksiği var ki bağırıp çağırarak ne kadar haklı olduğunu ispat etmeye çalışıyor.

Bağıranlar belki haklılığın isyanı içindedir...

O başka. İktidara karşı isyan edersin hatta başkaldırırsın ki bir zahmet başkaldırmak da lazım, ama eşit ilişkiler arasında çok bağıran haksızdır, unutmayın. Özellikle yol ayrımlarında bağıran çok suçlu olandır.

Biz iktidarları, süper kahramanları çok mu seviyoruz?

Biz tapınmayı severiz, erk severiz. Biz iktidar severiz, baba severiz. Birinin hükmü altında olmayı severiz ve o gücü saygıyla tanımlarız. Aslında orada bir dil sürçmesi söz konusudur. Korktuğunuz bir şeye korkuyorum diyemediğiniz için saygı duyuyoruz dersiniz. Babasından çok korkan çocuklar, babaları öldükten sonra “ben babama çok saygı duyardım” der, yalan. Ne saygısı, hem sevgi nerede? “Ben babamı çok severdim” niye demiyorsun? Biz dövene tapınmaya bayılıyoruz ve saygı duymakla tanımlıyoruz bunu. Korkuyoruz demiyoruz. Biz aslında çok korkuyoruz toplum olarak.

O zaman Kyra’nın dediği gibi hepimiz tükenmiş bir halde miyiz?

Tabii ki. Kapatalım ülkeyi, anahtarı da okyanusun en derin yerine atalım. 12 bin metre derine, en yüksek dağdan daha derin yerine atalım.

* Röportajın tamamını buradan okuyabilirsiniz