Mehmet Uçar / Demokrat Haber İsviçre

 

Gerçek ve gerçekliğin ne olduğu sorusu, tarih boyunca insanın kafasını en çok kurcalayan konulardan biridir. Gerçeklik üzerinde ilkçağlardan beri çok tartışılmış ve felsefenin ana sorunlarından olmuş hatta felsefenin ortaya çıkışına, gelişmesine ön ayak olmuştur.

 

En genel tarifiyle gerçek, somut olarak var olandır. Bu somut olarak var oluş; insanın bilincinden, olayları ve nesneleri algılayışından bağımsızdır.

 

Gerçeklik ise, gerçek olarak var olan şeylerin aslını ifade etmektedir. İnsanın ulaşmaya çalıştığı şey, esasen tek bir “gerçek” olgu ya da nesneden öte, bunların aslı yani “gerçeklik”tir.

 

Günümüz belgesel sinemanın gerçeğin neresinde durduğuna geçmeden önce belgesel sinemanın tanımına ve tarihine ilişkin kısa bir yazı faydalı olacaktır.

 

İnsan duygularının ön planda olmadığı, eğlenceden uzak, tarihsel, sosyal, bilimsel ya da gerçek olaylarla ve kurguya dayanmayan konularla ilgilenir belgesel sinema. Gerçeğin kendisini iletir. Bu tür filmler, tamamıyla belgelere, gerçek insanlara, mekânlara ve gerçek olaylara dayanır. Belgesel filmin genel amacı; bildirmek, öğretmek, eğitmek, kanıtlamak ve coşturmaktır.

 

Bu terim, Fransızların kullandıkları “documentarie” kelimesinden alınmış ve ilk defa John Grierson tarafından, Robert Flaherty’nin 1926’da çektiği “Moana” adlı filmin eleştiri yazısında kullanılmıştır. Gerçeği, bir öykü çerçevesinde değil, gerçekliğinin kendi dramatiği ile aktarır. Lumiera'nın çektiği ilk gerçekçi filmler, bu türün ilkleri olarak görülebilir ancak, dünya genelinde modern anlamda belgesel sinema Robert Flaherty ile başlamıştır.

 

Belgesel filmin ilk örneği, Flarherty’nin 1922 yılında çektiği “Nanook of the North” (Kuzeyli Nanok) olarak kabul edilir. Ancak bu tür, sinema tarihine birdenbire ortaya çıkmamış, bir takım süreçlerden geçerek oluşmuştur. Bu yıllardan da öncesine dayanan teknik ve konu bakımından önemli gelişmeler kaydedilmiştir.

 

GÜNÜMÜZ BELGESEL SİNEMASI GERÇEĞİN NERESİNDE DURUYOR?

Sinema da diğer bütün sanatlar gibi döneminin sosyal, siyasal, psikolojik, teknolojik koşullarından son derece etkilenir. Nasıl ki matbaanın henüz bulunmadığı skolastik düşüncenin egemen olduğu Ortaçağ Avrupası’nın resim, müzik, heykel, roman gibi sanatları Rönesans ve Reform hareketlerinin resim, müzik, heykel, roman gibi sanatlarından oldukça farklı ise sinemada günümüzde 1920’lerdeki durumundan oldukça farklı bir yerdedir.

 

‘’Nanook of the North’’(Kuzeyli Nanok) un çekildiği 1920’li yıllarda dünya 1. dünya savaşından yeni çıkmış bir yanda vahşi bir kapitalizm yaşanmakta bir yanda Bolşevik devrimin sosyalist rüzgarı ezilenler için bir umut olmaktaydı. Bu koşullar dünyada yeni bir felsefik sosyolojik çığır açmıştı.  İnsan kendi doğasını ve içinde yaşadığı doğanın her türlü kurumunu sorgulamaktaydı. Sanatta da bu sorgulama kuşkusuz kendisini hissettiriyordu. Dadaizm, Sürrealizm, Toplumsal Gerçekçilik, Realizm gibi akımlar sanat camiası içerisinde ciddi bir şekilde tartışılmaktaydı. Belgesel sinema da bu tartışmalardan nasibini almış ve ‘Kuzeyli Nanok’ gibi bir şaheserle gündeme oturmuştu.

 

Kuzeyli Nanok belgeseline gerçek anlamda belgeselin özüne uygun bir gerçek anlayışıyla karşılaşmaktayız. Kamera olayın içine dışarıdan bir izleyici olarak girmiş içerideki hayatı tüm objektif yönleriyle göz önüne sermek için çabalamaktadır. Kuzeyli Nanok bu açıdan bakıldığında gerçeği olduğu gibi filme aktaran en ciddi belgesel filmler arasında gösterilebilir. Çünkü beslendiği felsefik, sosyolojik birikim ve çekildiği günün toplumsal koşulları böyle bir filmin çekimine son derece elverişliydi. Ancak günümüzde küresel kapitalizmin kitleleri kendine yabancılaştıran, yalnızlaştıran ve mekanikleştiren yayılmacılığı ve sinemanın ciddi bir ticari popülaritesinin olması belgesel sinemayı 1920’lerdeki durumundan oldukça farklı bir noktaya getirmiştir. Televizyonun günümüzde en ücra köşeye bile ulaşması ve insanlar arasında ciddi bir eğlence kaynağı olarak yer edinmesi sinemayı derinden etkilemiştir. Günümüzde belgeselin bildirmek, öğretmek, eğitmek, inandırmak ve coşturmak gibi temel açları oldukça minimalize olmuşlardır. Çünkü yapımcıların sinemaya daha çok ticari boyutta yaklaşmaları onları ticari anlamda iş yapabilecek filmler yapmaya yöneltmiştir. Örnek vermek gerekirse dünyanın birçok ülkesinde hemen hemen aynı formatta yayımlanan ‘’Biri Bizi Gözetliyor’’ gibi programlar aslında belgesel formatında olan programlardır. Programlarda bulunan yarışmacıların gündelik hayatları kameraya alınmakta ve izleyicisiyle paylaşılmaktadır. Bu programları iki yönden incelemeye çalışalım. Birinci olarak belgesel tekniği ve anlatımı açısından bu programlara baktığımızda aslında objektif bir gerçek anlayışından değil de daha çok önceden tasarlanmış bir gerçek anlayışından söz edebilmek mümkündür. Çünkü bu yarışmalarda bulunan yarışmacıların hepsi kameranın 24 saat boyunca kesintisiz olarak kendilerini çektiklerinin farkındalar. Ve ona göre davranmaktadırlar. Dolayısıyla bu noktada bu programların Kuzeyli Nanok taki belgesel diliyle aynı dili paylaştığını söylemek sanırım oldukça saptırılmış bir söylem olacaktır. Kuzeyli Nanok’ta gerçek mümkün oldukça en sade en objektif şekliyle verilmeye kamera hep olaydan uzak tutulmaya ve dışarıdaki bir izleyici görevini aşmamaya çabalamıştır. Ancak bu programlarda ya da BBC nin sıradan insanların gündelik yaşamını konu edinen gerçek anlayışının yönetmen yada anlatıcının denetiminde olduğu ve dolayısıyla objektif olmayan bir gerçeklik anlayışıyla Nanok’un gerçeklik anlayışını yan yana getirmek mümkün değildir. İkinci olarak belgeselin ana işlevleri bildirmek, öğretmek, eğitmek, inandırmak ve coşturmak açısından bu programlara baktığımızda böyle bir amaçlarının söz konusu olmadığını görmekteyiz. Daha çok izleyiciyi ekran başında tutup ticari alanda başarılı olmak için eğlenceye yoğunlaşan insanları sorgulamaktan düşündürmekten uzaklaştırıp mekanikleştiren küresek kapitalizmin ideolojisine hizmet ettiği görülmektedir.  Oysa Kuzeyli Nanok’ta Robert Flaherty, buzullarda yaşayan insanlardan hareketle bir bakıma insanlığın günümüzde ne güçlüklerle kendini yetiştirdiğini işleyerek evrensel, insani ve barışçıl bir amacı öğretmeyi insanlara bu doğrultuda bir sorgulamanın önünü açma amacı taşıdığını söyleyebiliriz. Ticari kaygılardan ziyade belgeselin amacına uygun bir duruş göstermektedir Kuzeyli Nanok. Bu açıdan baktığımızda günümüz belgesel sineması ve belgesel sinemayla kurmaca arasında olan melez formlar, tv programları gerçeği insanlara objektif bir şekilde aktarmak eğitici sorgulatıcı gibi amaçlar yerine daha çok ticari kaygıları ön plana aldığını söyeleyebiliriz. Ancak bu demek değildirki günümüzdeki belgesel sinema ürünlerinin hepsi ticari kaygıyı ön plana almaktadır. Bunun yanında gerçeği objektif bir şekilde aktarıp belgeselin temel amaçlarını ön plana alan yapımlarada eskisi kadar sık olmazsa da her zaman var olmuş ve bundan sonrada varolacaktır. Bu yaklaşıma bir örnek vererek yazımızı noktalayalım. Ülkemizde çekilen İki Dil Bir Bavul, Türkiye’de “cari” olan anadil sorunu olgusuyla yüzleşmeye çalışır. Türkiye’de yaşayan insanların bir kısmının anadilinin Türkçe olmadığı gerçeğinden hareketle, o bölgede yaşayan insanların çocuklarına anadili dışında bir dili öğretme sürecine kamera tutar. Filme belgesel sinema nitelemesinin yapılmasının sebebi ise belirli bir gerçekliğe odaklanması, yakından bakması ve filmin çekiliş sürecinin tamamen doğal ortamda, gerçek kişilerle yapılması, olağanlığın korunmasıdır. Gerçek, anadili Türkçe olmayan önemli bir toplum kesiminin varlığı, yaratıcı yorum ise, Türkçe bilmeyen çocuklara bu dili öğretme sürecinin belgesel tarzda çekilerek ve bu sürece müdahalede bulunulmayarak ulaşılan objektif sonuçtur.

 

İki Dil Bir Bavul, bir yandan da Türkiye’de öğretmenlerin de yaşadığı sorunları, çalışma koşullarını gündeme getirmekte. Çok zor koşullarda eğitim, öğretim yapmaya çalışan ve bu uğurda çok çeşitli zorluklarla karşılaşan öğretmenlerin özellikle anadili Türkçe olmayan bölgelerdeki çalışma koşulları daha da zordur. İki Dil Bir Bavul bu zorlukları çok net olarak ortaya koymaya çalışmıştır. Özellikle Batı’dan gelen ve bölgenin yaşam koşullarına, insanına tamamen yabancı olan öğretmenlerin yaşadıkları çok çarpıcı bir biçimde anlatılmıştır. Zorluk, hem öğretmen açısından hem de öğrenci açısından, iki cepheden de anlatılmaya çalışılmıştır. Filmin asıl “tema” sı anadil sorunu olsa da, dolaylı olarak Kürt coğrafyasında çalışan öğretmenlerin sorunları, yaşadıkları zorluklar da gündeme getirilmiştir. Bu açıdan objektif ve tek taraflı değil de olayın her yönünü göstermeye çalışan bir belgeselci çaba ile karşılaşmaktayız.