Ercan Kesal’ın “Peri Gazozu” kitabının ardından “Cin Aynası” isimli kitabı da okurla buluştu. 

Yazarların tutuklanması ve medya üzerindeki baskıları ile ilgili kitabındaki cümlelere yanıt veren Kesal, “Söz söylemenin bedelinin ağır ödendiği bir coğrafya burası” dedi. 

gazetekarinca. com'dan Delal Külek’in Ercan Kesal’le yaptığı söyleşi şöyle: 

“Cin Aynası” adı sinemaya dair Nurullah Ataç’ın önermesi. ‘Sinema’ için ‘Kinema’yı önermiş, sonra da ‘Cinema da olur’ derken “Cin Aynası” da uzak gelmemiş. ‘Cin’ ve ‘Ayna’ kelimeleri halk dilinde dünya ile öteki arasındaki büyülü bir sınırı sembolize ediyor. Sinema, geçmişten günümüze büyüsünü koruyor mu?

Başka hiçbir sanat dalına nasip olmayacak kadar büyülü ve etkileyici. Üstelik bu haliyle de kalmayacak, etkisi daha da artacak. Başka hiç bir sanat dalı sinemanın yaptığını yapamıyor. Sinema sanatı insana zamanı mühürleme, kesip biçme, tekrar ve yeniden o ana dönme olanağı veriyor. Seyirci, sinemada geçirdiği o bir iki saat boyunca, “sınırları olmayan bir mekana oturarak, hem yanından hem de uzağından geçen büyük insan kalabalığıyla kaynaşıyor”, tüm dünyayla kolayca ve zahmetsizce, üstelik hiçbir kaygıya kapılmadan ilişkiye geçebiliyor.

Sinemayı, edebiyatı, toplumsal tarihimizi, ölümü, zulmü, siyaseti, direnmeyi edebiyatla harmanlıyorsunuz. Ben kitabı okudukça içimdeki iyi insanlara dair umudumu çoğalttım. Bu kadar acıyı anlatırken nasıl oluyor da hala umudu ekiyorsunuz?

Diyalektik bir sonuçtan kaynaklanıyor galiba. Madalyonun iki yüzü gibi. Ölümle yaşam, sevgi ile nefret gibi. Birinin değerini ancak öbürü açığa çıkartıyor. Ölüm olmasa yaşamın anlamı kalır mıydı? Bunca zulme tahammül edip karşı çıkabilmenin arkasında eninde sonunda onun üstesinden gelineceğine  dair duyulan inanç yatıyor.

‘Cin Aynası’ başlıklı son kitabınızda yazdıklarınızın kaynağı deneyimleriniz, gözlemleriniz.  Sizden alıntılayacak olursam: “Yapabileceklerimiz varken yapamadıklarımızdan dolayı içimden atamadığım suçluluk duygusu ve keder. En azından yazdım işte! demek için yazıyorum.” Bu noktada toplumsal belleğimizin acılarla dolu olduğuna ve bu döngünün devam ettiğine değinmem gerekir. Siz yazıyorsunuz, çoğumuz seyirci kalıyor? Unutturulmak için yapılanlar işe yarıyor mu?

Onlar unutturmaya çalışacaklar, biz de unutmamaya sarılacağız. Kitaptaki öykülerin birinde sözünü ettiğim yılanlar gibidir anılar (Ayazmanın Yılanı). Sarnıcın içinde yıllardır yaşayan ve oradaki yörüklerce kutsal kabul edilen yılanlar sudaki börtü böceği yiyor, onun temiz kalmasını sağlıyor. Suyun bekçileri yani! Anılar da kalbimizin bekçileridir. Bizi kötülüklerden, akıl karışıklığından, ruh kirlenmesinden korurlar. Ölen, öldürülen kardeşlerimizi, arkadaşlarımızı, onların geride bıraktığı soylu mirası hatırlatırlar.

Kitap’ta Meksikalı devrimci Emiliano Zapata’dan bir alıntı yapmışsınız: “Eviniz yakılırsa yeniden yapın, tahılınız yakıldıysa yeniden ekin. Çocuklarınız ölürse daha çok doğurun. Sizi ovalardan kovarlarsa dağlarda yaşayın ama yaşayın. Özgürlük bir kelime değil, barış bir rüya değil.” OHAL’in üç ayını geride bıraktık. Ülkenin doğusunda yaşanan sokağa çıkma yasakları bir yılı aşkın bir süredir devam ediyor. Ülke hem içerde bir kaos yaşıyor hem de dışarıda (Suriye, Irak) bir kaosa sürükleniyor. Türkiye’de toplumsal bir barış olasılığı üzerine düşünceleriniz neler?

O zaman yine Meksikalı bir devrimciyle, bu kez Kumandan Marcos’la devam edelim: “Rüyalarımızda başka bir dünya gördük” diyor Marcos. “Şu anda yaşadığımızdan daha adil ve dürüst bir dünya. Bu dünyada ordulara gerek duyulmadığını; barış, adalet ve özgürlüğe hasret kalınmadığını ve ekmek, kuş, hava, su, kitap, ses gibi olağan şeyler kabul edildiğini gördük.”

Marcos’la aynı rüyayı görüyorum. Barışın ekmek gibi, su gibi, kuş gibi olağan ve mutlak olduğu bir geleceğe inancımı hiç kaybetmedim.

“Linç” başlıklı yazıda cezaevinde mazlumun yanında duran Arap Kadir, gözaltında öldürülen gazeteci Metin Göktepe, Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan zulüm, toplumsal bir lince maruz kalan ve bunun sonucunda öldürülen gazeteci Hrant Dink anlatılıyor. Günümüzde bu kültür devam ediyor. Necmiye Alpay, Aslı Erdoğan gibi yazarlar tutuklanıyor, gazeteciler tutuklanıyor, yayın kuruluşlarının  kapısına kilit vuruluyor. Sanatçılar hakkında soruşturmalar açılıyor. Bu konuda neler söyleyeceksiniz.

Cin Aynası’ndan seçtiğim bir paragrafla cevap vereyim: Söz söylemenin bedelinin ağır ödendiği bir coğrafya burası. Ama, Homeros, Odysseia’da şöyle der: ‘Tanrılar ölümlülerin başına çorap örerler, gelecek kuşakların şarkısını söyleyecek bir şeyleri olsun diye.’ Zalimlerin başımıza ördüğü çoraplar, galiba ilerde çocuklarımızın söyleyeceği şarkılar olsun diyedir…

Borges, “sanat için, anılar için, şiir için, belki de unutulmak için yaratıldığımızı” söyler. Bilmiyorum doğrusu, belki de öyledir ama bir şey kalacaktır mutlaka, namuslu ve onurlu insanların uğruna ölmekten çekinmedikleri sözleri, yazıları.