Bu yazı, Türkiye’de, benim de dahil olduğum Sol-iktisatçıların gelmekte olduğunu söyleyegeldiği krize karşı çözüm önerilerini kapsamıyor.

Olası önerilerimi Demirtaş cezaevinden çıktığı zaman ona düzgün bir rapor olarak gönderirim. Kendisi ve danışmanları süzgeçlerinden geçirir, uygun gördüklerini kamuoyuyla paylaşırlar.

Krizin sebepleri olarak birçok sol iktisatçı (özellikle Marksist olanları) şimdiye değin artan gelir dağılımı uçurumunu, katma-değeri ve iktisadi sirkülasyonda payı düşük olan inşaata yüklenilmesini ve cari açık-kur riskini vurgulamış oldukları için bunlardan da bahsetmeyeceğim. Ve bunları aşağıda kısmen açıklayacağım üzere, tali unsurlar olarak görüyorum.

Yazı, aslında Foti Benlisoy’un dolar bozdurma kampanyasıyla krizin asıl sebebinin çarpıtılmaya çalışıldığına dair yaptığı haklı uyarıyı dikkate alıp, karşı-hamle olma hedefi taşıyor. (Hoş gerçi bu kampanyaya, her konuda olduğu gibi, kananlar, bu yazıyı okumayacak, okuyacak olanlar da zaten kanmıyor, işin aslını biliyor ama olsun; biz notumuzu düşelim, belki bir yerlere değer).

Öncelikle direk ve indirek (dolaylı) sebep-sonuç ilişkilerini ayırt etmekte fayda var.

Yani bu yukarıda sayılan faktörler, krizin gerçekleşeceği ortamı sağlayabilirler ancak krizin direkt sebebi olmayabilirler.

Daha açık ifadeyle, krizin asıl direkt sebebi olan faktör yoksa, bu faktörlere rağmen kriz gerçekleşmeyebilir. Yada bu besleyici indirek sebepler olmasa bile, direk olan sebep yeterince güçlüyse kriz yine de gerçekleşebilir.

Öncelikle ekonomik (daha doğrusu finansal) krizi tanımlayalım:

Özünde bir borç ekonomisi olan kapitalizmde krizler, finansal ve/veya finansal olmayan firmaların ödeme yükümlülüklerini yerine getiremeyip, iflaslarını ilan ettiği durumlardır, en kaba haliyle.

Firmaların ödemelerini yerine getirebilecekleri kadar gelir elde edememelerinin eşitsizlikle güçlü bir bağı vardır elbet.

Ancak asıl direkt sebep, eşitsizlik değildir. Eğer firmalar, üretim, yatırım ve finans (borçlanma) politikalarını var olan eşitsizliği göz önüne alarak kurgularlarsa; yani önlerindeki eşitsizlik düzeyinde elde edebilecekleri muhtemel gelir düzeyine göre mütevazı kararlar alırlarsa, gelirleri giderlerinin üzerine çıkmaz ve batmazlar.

Dolayısıyla, krizin asıl direk sebebi, firmaların ve diğer iktisadi aktörlerin, krizin ve iktisadi kararların psikolojik ve kurumsal yönlerini sergileyen, 2008 krizinden sonra yeniden keşfedilen Amerikalı sol-Keynesyen iktisatçı Hyman Minsky’nin vurguladığı üzere, firma yöneticilerinin kapasitelerinin üzerinde borçlanmalarıdır.

Yani aşırı-özgüven…

Yöneticiler, iktisadi aktörler, biraz hafızasızdırlar; iyi günlerde, geçmişi çabuk unuturlar; kendi kendisini doğrulayan, başarı getiren her adımın kendilerinin verdiği doğru kararlar sayesinde olduğu hissiyle, özgüvenleri şişer, kapasitelerinin, elde edebileceklerinin üzerinde yükümlülüklerin altına girerler, aşırı borçlanırlar. Gelirleri borçlarını çeviremeyecek durumda olduklarında borcu borçla çevirme aşamasına (Ponzi finanse) gelirler ve sonrasında da iflas ederler. Yani istikrar ortamının yarattığı psikoloji, kendi içinde istikrarsızlık yaratır.

2008 Finans Krizi’nin arkasında, gelirinin üzerinde borçlanan hane halkının aldığı ve bunlara bu kredileri veren finans kurumlarının subprime (eşik altı, kötü) krediler hikayesi, özetle budur: Herkes “ne de olsa öderim, durum şimdi gayet iyi“ modundaydı.

Özetle, gelir eşitsizliği olmasa dahi, yöneticiler, iktisadi aktörler aşırı özgüvene kapılıp, aşırı borçlandıkları takdirde yine kriz çıkabilir.

Buradan bakınca, Türkiye’de gelmekte olan krizin, kendisini ülkenin tek yöneticisi olarak konumlandırmış olan Tayyip Erdoğan’ın aşırı-özgüveninden ve onun bu özgüvenini şişiren etrafındaki komplocu danışmanlarından bağımsız olmadığını söylemek lazım.

Var olan krizin, siyasi krizin ekonomiye yansıması olduğu söyleniyor. Haklılık payı var. Ancak daha ziyade o siyasi kriz de, aslında liderin ve etrafındakilerin yaşadığı psikolojik kriz kaynaklı.

AKP yönetimi, Batı’dan düşük faizle borçlanılıp nispeten daha yüksek faizle Türkiye’ye (ve diğer gelişmekte olan piyasalara) getirilen sıcak para sayesinde düşürdüğü döviz kuru sayesinde enflasyonu baskı altına aldı. Dolar düşük diye firmalar da dolardan aşırı borçlandı.

Şimdi FED faiz artırıyor ve bu hikaye bitiyor.

Türkiye niye diğer gelişmekte olan piyasalara (Brezilya mesela) nazaran daha sert etkileniyor, sorusunun cevabı, Tayyip Erdoğan ve onu takip edenlerin aşırı-özgüveninde yatıyor.

Özetle Türkiye’nin listelenen onca yapısal problemleri, var olan önündeki fırsatları ve engelleri, kapasiteleri vs. göz önüne alınarak mütevazı, aşırı-özgüvenli olmayan kararlarla dikkatli yol alınsaydı, kur riski bu kadar güçlü etkilemeyebilirdi.

Şimdilerde, geri ödenemeyen kredilerini, alacaklarını değerinin altında satan, yani Ponzi finance durumunda olan bankalar battığında, “Ortadoğu’da bizden habersiz yaprak kımıldamaz“ sözüne kananlar, yapraklarıyla baş başa kalacaklar. O sözü söyleyenler Lahey’de yargılanırken de, ülkede itirafçılık, özeleştiri yarışı başlayacak.