İsveç’te deniz kıyısında bir bankta oturmuş, bizden önce yaşanmış hayatları düşünüyordum. Yaz geliyor. Yazın gelişini okyanus dalgalarının getirdiği ılık rüzgâr haber ediyordu.

Bizden önce bu yer kürede neler yaşanmış neler? Şimdi ve yarın neler yaşanacak neler?

Uzaklara bakıp dalmak… Uzaklar… İnsanların hayat hikâyeleri.

Tarih nedir? Bu soruyu şimdi az uzaktaki Kadir Hocama sormak isterdim. Uzaklık olmayaydı iyi idi. Benim açımdan tarih sıradan insanların yaşadıklarının toplamıdır.

Denizin kıyısında bir bankta oturmuş, esen ılık rüzgarın güzelliğine ve batmakta olan güneşin cılız ışığına yüzümüzü çevirerek, kırık dökük kelimeler ile konuşuyoruz.

Susmayı tercih edercesine.

Alis katı bir vegan. Geçmişte çoğu aile bireyi gibi kendisi de, okuduğu onca okula, bildiği onca başka dillere rağmen ekmek yapmaktan, fırıncılıktan alıkoymayan şeyin bilinç altı geçmişte yaşanmış yoksulluk olduğunu düşünüyorum.

Geçmiş dediğimiz şey; 1880’lerden 20. yüzyılın başlarına dek bir milyon üç yüz bin İsveçli’nin başta yoksulluk olmak üzere diğer nedenlerden dolayı Amerika’nın Chicago, Minneapolis ve Worcester ve diğer şehirlerine göç etmesi. İsveçli göçmenleri taşıyan gemiler Göteborg limanından açıldılar. Uzun bir yolculuk. Kimi ulaşamadan yolda öldü. Kimi ise Amerika’ya ulaştı ve yeni bir hayat kurdu. Bugün bile Chicago’da yaşayan İsveçli nüfusu Göteborg şehrinde yaşayan nüfustan fazla.

Tüm bu süreçlerde Knäckebröd adında kuru bir ekmek insanların hayatlarını kurtarmıştır.

Sonra İsveçli patatesle tanıştı. Patates bir ülkenin kaderini değiştirdi desek yerinde. Bir yazar patatese “barış aşı” demiş. Patates ülkede açlığı önemli ölçüde önlemiş.

Sonra…

Sonra çelik, demir, endüstri, insan hakları, çalışma hakları, fabrikalar, okullar, tarım, hayvancılık, hakkıyla üretim, barışçıl politikalar ve bugünkü İsveç işte.

Alis’in dedeleri bu denizden geçerek gitmişti Amerika’ya. Aile tarihinde dinlediği yokluk ve yoksulluk hikayeleri ona ekmeğe daha çok hürmet etmesini sağlamış. Özelikle Knäckebröd’a.

Carolin benim halam Vecihe’ye benziyor. Belki nenem Celile’ye daha çok. Nenemin yüzünü unuttum, uzak bir hayal gibi.

Carolin ne zaman gözlerini uzun uzun kısıp, boynundaki künyeye dokunursa, bilenler bilir yedi yaşındayken bindiği o tren vagonunu hatırlıyordu.

Helsinki tren garı…

Tarihte Kış Savaşı olarak geçen, Finlandiya Sovyetler arasındaki kanlı çarpışmalar, Fin halkını büyük bir felakete sürüklemişti. Akabinde 2. Dünya savaşı tüm dünyayı kahrediyordu.

Açlık ve yoksulluk Fin halkını, çocuklarını başka ülkelere göndermeye mecbur ediyordu.

Finlandiyalı otuz bin çocuk…

Dört, beş, altı, yedi, sekiz, on yaşında 30 bin çocuk. Sadece üstündeki giysilerle ve boyunlarına takılan künyeler ile Helsinki tren garından İsveç’in değişik tren garlarına gönderilmişti.

İsveç halkı tren garlarına akıp bu çocukları evlatlık edindi.

İşte Carolin’in kısaca hikayesi buydu. Kısaca buydu. Zira o her ayrıntıyı her günü, saati, anı hatırlıyordu.

Paula Kolombiyalı genç bir kadın. Süslü bir anne. Peru sınırına komşu Amozonas bölgesinden. Açlığın sefaletin yokluğun tam merkezi ona göre.

Bu genç yaşına rağmen, bir ailesi vardı, bir zaman önce. Sonra… Sonrası uzun hikaye.

Yoksulluk, politika, iç savaş, ölüm, sürgün, mahpus, paramiliter yapılar, çok şey, nesini anlatayım. Nesini yazayım.

İki çocuğu ile aç yattığı bir gece, kararını vermişti, başka bir hayat kurmaya.

O gece hiç uyumamış. Düşünmüş hesaplamış ve karar vermişti. İki çocuğunu da ailesinin yanında bırakarak, bir sinema filmi olacak olaylar yaşaya yaşaya varmış Avrupa kıtasına. O şehir, bu ülke derken şimdi burada denizin karşısındaki bankta oturuyor.

Şimdi çalışıyor ve okuyor, Alis ve Carolin gibi arkadaşları var. Çocukları orada aç yatmıyor artık. Kısa zaman sonra da onları yanına alabilecek.

Bir bankta oturmuş, dünyada bizden önce geçenlerin hikâyelerini düşünüyorum.

Ve şuna inanıyorum, dünya nihayetinde iyi bir yere varacak.