O Akhisar diyor ama roman, memleketin tüm kasabalarında geçiyor. Karakterler farklı olsa da yaşananlar fazla değişmiyor.

Ferhat Uludere / AKŞAM

12 Eylül'ün biraz öncesi... İzmir'den Akhisar'a yolcu taşıyan otobüs garaja girdiğinde bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Ama o gün bunu kimse bilmiyordu. Otobüsten inen son yolcu Cafer ismini taşıyordu ve kasabanın yeni polis memurlarından biriydi. İlk an kimsenin gözüne batmayan, hatta herkesin başta biraz 'sünepe' bulduğu bu adam kasabanın normal akışını tersine çevirecekti. Kasabada bürokrasiden kadınlarına kadar değişecek ve 12 Eylül arifesinde Süslü Cafer Akhisar'dan geçecekti. 

Mahmut Şenol yeni kitabı 'Akhisar Düşerken'de, girişten de anlaşılacağı gibi 12 Eylül'den biraz önceyi anlatıyor. O Akhisar diyor, ama roman memleketin tüm kasabalarında geçiyor. Karakterler farklı olsa da yaşananlar pek fazla değişmiyor...

Mahmut Şenol, Ayrıntı Yayınları'nın yeni başladığı Türkçe edebiyat dizisinden yayımlanan kitabında bazen bir gölge yazar oluyor, bazen metinlerin intihal olduğuna dair güncel göndermeler yaparak hem dille hem de bir kasabayla oynuyor. Kitap 12 Eylül'den önceyi anlatınca söyleşiye de oradan başlıyoruz... 

n Mahmut Şenol 12 Eylül'de neredeydi ve nasıl yaşadı o dönemi? Ne izler kaldı ona bu zaman diliminden...
Mahmut Şenol, 12 Eylül'de 1.Ordu Komutanlığı'nın karargahı olan, tarihi Selimiye Kışlası'nda kurulu cezaevindeydi. 1980'den 1984'e kadar tam 4 yıl... Yok, tutuklu ya da mahkum olarak bulunmadı! Cumhuriyet gazetesi için davaları izleyen muhabirdim. Orada işkenceleri, dayaktan ayakları patlamış askerlerin koltuğunda taşınan gencecik çocukları görürdüm, davalarda ağlayanları, fenalık geçirip bayılanları, çıkan idam kararlarını... O günlerden bana kalan işte 'Akhisar Düşerken' oldu. Romanda bunun kara mizahını yapmak kısmet oldu. 

- Roman Akhisar'da geçiyor, ama oraya sıkı sıkıya bağlı da değil. Yaşananların başka bir kasabada gerçekleştiğini söylersek kitapta hiçbir değişmeyecek gibi duruyor. Peki neden özellikle Akhisar üzerinde durdunuz... 
Evet; Akhisar adını başka bir kasabaya taşısanız, romanda anlatılan her şeyin orada bir karşılığı olacaktır. Ama Akhisar'ı bu romanda ele almamın birçok nedeni var, bu nedenlerden biri Akhisar'ın 12 Eylül öncesinde Devrimci Yol, TKP, Maocu Halkın ile başlayan türlü grupları arasında itiş kakış yeri olduğunu ve aynı zamanda ülkücü hareketin orada çok ciddi yatırım yaptığını biliyor olmamdı. Bir başka neden ise hiç tanımadığım bir kasaba üzerine yazmak istemiştim, oydu. Benim anlattığım hikaye, benim tanığı olduğum bir başka kasabada yaşanmıştı zaten, ama o kasabadan söz etmek yerine bunu Akhisar'a taşımanın bana söz söyleme rahatlığı vereceğini hissettim. 

- Kitabın gizli öznesini sormak istiyorum.... Kim bu İmam ve Mahmut Şenol'la tam olarak ne alakası var?...
Romandaki İmam, benim gerçekten tanışıp Attila İlhan, Cemal Süreyya, Edip Cansever, Ahmed Arif' ve hatta  Nazım'ın Kuvayi Milliye Destanını ezbere, satır sektirmeden, adeta Kur'an ezberlemiş hafızlar gibi okuyan biriydi; gözlerini kapadı mı Edip Cansever'in roman kalınlığındaki cilt cilt şiirlerini terennüm ederdi. Eskiden hafız imiş... Bir süre imamlık, müezzinlik yapmış. Sonra esrar, tevekkül, hülya alemine dalmış! Yarı meczup, yarı deli, yarı akıllı bir adamdı... Bir süre sonra ortadan kaybolmuştu. Ben o sırada üniversite eğitimi, gazetecilik, hatta sonra Selimiye günlükleri peşindeydim, fazlasıyla izleyemedim akıbetini... Ama sonra öğrendim ki kimilerine göre intihar etmiş, kimilerine göre yurdun uzak bir yerine gidip orada çile çekmeye başlamış bir derviş idi... 

- Süslü Cafer'i, orduyla ilişkisi polise nazaran hep daha iyi olmuş bir halkın gözünde, polisi iyi gösterme çabasının bir ürünü olarak okuyabilir miyiz? 
Bugünün siyasi olgularıyla bakıldığında ortalıkta 'Ordu'ya karşı polis' gibi bir eşitlenme ve ikame siyaseti görüldüğünden, benim 'Akhisar Düşerken' romanında anlattığım Trafik Polisi Süslü Cafer karakterinin çevresinde gelişen olaylar buna bir gönderme-atıf sayılabilir. Ama dürüstçe itiraf edeyim ki Cafer'in kimliğinde biz, daha o yıllarda kontrgerilla- derin devlet gibi komitacı faaliyetlerin sağ ve faşizan yüzünü okuyoruz. Romandaki Süslü Cafer, sonraki yılların çeteleşen hatta o çeteleri, Başbakan olmuş bir bayan profesör nezdinde koruyup kollayan, kurşun atan da bizdendir yiyen de bizden, mantığıyla yücelten bir sürecin ilk prototipidir. O tarz insanı, Ankara'da TİP'li gencecik yedi delikanlıyı iple boğan, boğduran insanların kimliğinde okumaktayız. Cafer onlardan biriydi...

- Uzun yıllar Amerika'da yaşayıp Türkçe edebiyat ürünleri veriyorsunuz. Amerika'da kitap yayımladınız mı, yoksa benzeri çalışmalar devam ediyor mu?
Şu sıralarda 'Bay Konsolos' adlı romanımın senaryosu Şefik Onat tarafından hazırlandı ve sinema filmi için aday durumda; bekliyoruz... Ben, aynı tarihlerde 'Bay Konsolos'un İngilizce çevirisini ABD'de bir yayınevine ulaştırmış idim, ilk olumlu karşılığı aldım, ancak malum ekonomik kriz diye tutturdukları lafın arkasında beklemeye kaldı. 2012 yılı yayın programında sanıyorum bir çeviri olacak... 

- Farklı dilde yaşayıp farklı bir dilde yazmak nasıl bir duygu?
Ben Amerika'ya taşınınca buranın kültürü ve dili altında kalıp edebiyatımı unuturum sanmış, bundan da bir hayli ürkmüş biri oldum ilk başta. Ama öyle gelişmedi; en azından  ben de öyle olmadı. Yabancı bir dilde yaşamak, eğer kendi anadilinizin meraklısı ve heveslisi bir yazarsanız size zarar vermiyor, aksine geliştiriyor. Zira bir başka dilde yaşamak, sonra günün belirlenmiş saatlerinde kendi rahmine dönüp oradaki ana diliyle konuşmak dil, kültür, felsefe ve hatta mantıksal çıkarım ayrıcalığı veriyor yazara. Ben bir bakıma İngiliz dilinde gününü geçirip sonra Türkçe rahatlayan biri oldum. Bir ayrıntı daha var ki İstanbul Türkçesi'nden hiç kopmamıştım.

Kitaptan ilk cümle:
Akhisar Garajına İzmir'den gelen otobüsün sadece üç yolcusu vardı. Zeytinci İbrahim Bolel, hafta sonunda Bornova pavyonlarına harcadığı paraların ezikliğiyle, otobüsün arkasındaki boş yerlerden birinde adeta saklanıyor, orada sinmiş gibi oturuyor, yolculuğun sonu sanki gelmesin istiyordu. Son iki gecedir devirdiği binlik rakı şişelerinden soluğuna yapışıp orada kalmış alkol kokusunu ortalığa salmamak için dudaklarını sıka sıka soluk alıp veriyordu. Yol biraz daha uzun sürseydi, kilometrelerce daha gidilseydi, hafta sonu evinden uzakta geçirdiği hovardalığın üzerinde kalmış utancından belki böylece sıyrılabilirdi.