Gürsel Erkılıç

Kitabın ilk cümlesi “Kendine kalbi olan bir yol seç!”

Roman ilerledikçe kuşkuya kapılıyoruz; yoksa bilinen 19. yy Sosyalist Mücadele geleneğinin, bu gelenek yoldaşlığının; Leninist-Stalinist sosyalist pratiğinin bir “kalbi” yok muydu?

Zamanında itiraf edilmiş; “Parti dışında bilmektense, parti içinde yanılmak evladır!” Bu söylem, “kalbi” bulunan bir siyasete yakışır mı?

1917′den beri “gözümüzün önünde” gerçekleşmiş mücadelede SSCB, İspanya ve diğer Avrupa ülkelerinde zamanın egemen Stalinist siyaset yöntemlerine, ahlâkına baktığımızda, bugün ulaşılmış toplumsal ve siyasal sonuçları değerlendirdiğimizde M-L siyasetin bir “kalbi” var demek kolay değil.

Aytekin Yılmaz da, “Sığınamayanlar” romanında, bu “kalpsiz” yolda, “kalp” taşıyarak yürüyen gençlerin sürüklendikleri “yaman” çelişkileri, “yolun kalbi’ni” umursamayan “önderliğin” hoyratça savurduğu hayatları anlatıyor.

*

Yol, yolda yürüyen ve onları izleyen insanlardan daha mı önemli? Daha önce yürünmemiş ise bir “yol’dan” söz edilebilir mi? “Önder”, gitmiş, dönmüş de mi orayı “yol” yapmış? “Yürünen yol” birlikte yüründüğü için mi bir “yol” olur; yoksa “peygamber” veya “Önder’in” haritalarında peşin çizilmiş, hayalî çizgilere mi “yol” denilir? Savaşlarda insanlar düşmandan kaçarken, vurulan yaralı arkadaşlarını kurtarmak, taşımak için çaba harcarken; bilinen Sosyalist-Stalinist gelenekte, o yürüyüşte, olur da “yaralanmış” olan, neden oracıkta infaz ediliverir. Yaşayarak anlıyoruz; R.T. Erdoğan’ın da “yoldaşlarını terk ederek” sürdürdüğü iktidar yürüyüşü ile Stalinist iktidar yoğunlaşması arasındaki benzerlik ne çok.

Kitabı okuduktan sonra azgın bir iktidar tutkusunun belirlediği siyasetler “yolunun”, “kalbi” olmadığına bir kez daha ikna oluyoruz.

1832′de A. Tocqueville yazmış.

Ne hoş; 184 yıl sonra da, “Doğu Cephesinde yeni bir şey yok!”

“Avrupa’da çoğunluğu temsil ettiğini düşünen ya da etmediğine inanmayan çok az örgüt vardır. … Dava uğruna şiddete başvurabilirler… Avrupa’daki örgütler kendilerini söz hakkı olmayan toplumun yasama ve yürütme organı sayarlar. Bu inançtan yola çıkarak eyleme geçerler ve hükmederler… Bunların başlıca amacı tartışmak değil, eylem; ikna etmek değil, mücadele olduğundan sivil ve barışçı bir örgütten çok askeri bir örgüte benzerler. Güçlerini mümkün olduğu kadar tek bir merkezde toplar ve yönetimi az sayıda bir lider grubuna verirler.”(*)

Aytekin Yılmaz, son romanında, sol silahlı devrimci parti gelenekleriyle hesaplaşılmasını gerektiren “anıları” yazıyor. Bilinir; insanlığın en temel ahlakı; her cinayet sorgulanır! Ama lafta “demokratik merkeziyetçi”, gerçekte merkezci ve tahakkümcü sol gelenek kendi içinde gerçekleşen yoldaş cinayetleri, işkenceleri umursamıyor; sıradan sebeplerle, önderliği eleştirdiği veya “ali, ayşeyi sevdi” diye yoldaşlarınca infaz edilen gençlerin “buharlaştırılmasını” olağan görüyor. Bir gün sonra da hep birlikte, “çocuklar öldürülmesin…”, “ey özgürlük…” şarkıları ya da sevda türküleri söylüyorlar. Bu şizofrenik, parçalanmış hali Aytekin Yılmaz ifşa ediyor; “durun kardeşlerim” diyor. “Bakın, böyle yaparsanız böyle olur!” Tek, tek anlatıyor. Bu zihniyetin tüm “yoldaşları” nasıl çürüttüğünü, nice delikanlının “yüce” ideallerle girdiği yolda, o vahşi iktidar yürüyüşünde ezildiğini ve ezileceğini… “Büyük hayallerle çıktığım devrim yolunun dışına indim, örgütün nazarında artık saflardan kaçmış bir haindim!” (26)

15 yıl dağlarda savaşmış, işkencelerden geçerek, yıllarca hapishanelerde yaşamış Besna’nın bu cümlesi yazık ki hâlâ umursanmıyor. “Zamanla da tek adamın yönettiği bir örgüt olduk. Zaten bu halimizle de devlet kursaydık bölgedeki tek adam diktatörlüğüyle yönetilen bir devletten farkımız olmayacaktı.”

Dağlardaki savaşçı militan “eğitim” programı hala böyle mi, bilmiyoruz. “… Sığınaktan dışarı çıkmak için ayağa kalktıklarında dışarıda gerillanın sabah sporunda hep bir ağızdan gür bir sesle haykırdığı “Canımızla, kanımızla seninleyiz ey önder!’ sloganları duyulur.” 

Bir romanda hayatî öneme sahip de olsa bu kadar çok siyasal sorunun öne çıkması nasıl olur da onun dokusuna zarar vermiyor; aksine güçlendiriyor? Çünkü 45 yıldır görmezden gelinen, şimdi bu romanda ele alınan konular, siyasî sanılsa da öncelikli olarak insanî? “Mesela bizim örgüt olarak, dinî bir cemaatten ne farkımız var; sadece üzerimize çektiğimiz maskelerin adları farklı… Otuz-kırk yıllık sol, sosyalist örgütler var. Ne büyüdüler, ne küçüldüler. Dinî tarikatlar da böyle değil mi?” (sf 291 )

Bir karakol baskınında “gerillalar tarafından otuz asker öldürülmüştü… Yüz kişilik koğuşun hepsi havalandırmaya çıkmış, halay çekiyordu. Herkes halaya katılmak zorunda olduğu için, kendimi koğuşun mutfak kısmına zor atmıştım. O günün nöbetçisine yardım etmek maksadıyla yüz kişiye pişecek yemeğe soğan doğradım. Soğanlar öyle bir acıydı ki, gözlerim yanıyor, yaşlar boşanıyordu.”

Yazar 20 yıl sonra kendine soruyor; “… eğer o günlerde … diğerleri gibi halay çekseydim şimdi ne düşünürdüm? Yine de vicdandan, adaletten yana şeyler yazabilir miydim?”

A. Yılmaz gibi, “hapishane içindeki o hapishaneden”, o derin kuyudan; nice maddî, manevî, düşünsel acılara katlanarak; paçalarından asılmış örgüt ve devlete rağmen; o “yeraltı” kuyusundan, yukarıya doğru, o karanlık duvarların kaygan çeperine geçirdiği tırnaklarıyla tırmanmış; tonlarca ağırlaşmış vicdanını terk etmeden, “sağ-salim” yeryüzüne çıkabilmiş kaç kişi vardır?

“Sığınamayanlar” romanı, Cevher’in, Sadık’ın, Sara’nın, Besna ve Keya’nın “kalpsiz” siyasetin kazanlarında kaynatılmış ruhlarının, imbiklerden geçirilerek doldurulduğu bir toprak testi. “Acı” bir içki de olsa, içtikçe, sindirdikçe “ayılmayı” vaat ediyor!

***

“Devrimci Vatan Cephesi” örgütü şefleri, otoritelerinin sarsılmaması için Civan’ı ölüme mahkûm eder. Dağda. Civan, bir kayanın yanında, diz üstü çöktürülmüş. Sadık da silahını, o uzun sohbetler ettiği yoldaşı Civan’ın, kafasına dayamış; bir infaz sahnesi!

“Civan yan tarafta tek sıra halinde duran gerillalara dönüp yüksek sesle bağırarak “Hepinize mücadelenizde başarılar diliyorum. Umarım başarırsınız!” dedi. Ardından yine yüksek sesle “Yaşasın Sosyalizm! dedi ve bu onun son sözleri oldu. Bu sözlerden rahatsız olan Cengiz “bir dakika” dedi. “Davaya ihanet etmiş biri sosyalizm lehine slogan atamaz. Hain sanık sözünü geri almalıdır.” (140) Yiğit Civan “Geri almazsam ne olur? Öldürür müsünüz lan?” demeye tenezzül etmiyor belki de.

Böyle bir “sosyalist” mücadele “yolunun”, bir “kalbi” olabilir mi?

“Devlet ve örgüt için ölümsüz olan çocuklar, anne babaları için ölümlüdür.”

Ve Asya’nın hikâyesi anlatılır.

Asya dağda, duygusal ilişkisi açığa çıkınca 5 yıl önce intihar etmiş bir genç kız. O sıralar, nasıl olduysa, bu tür ölümleri, infazları araştıracak bir soruşturma komisyonu kurulmuş. Asya’nın anne ve babası da kızlarının mezarını bulmak için örgüte, dağa geliyor. Çok zor, çok uğraşılarak bulunuyor kemikler! “.. kızlarına kavuşmuş gibi oldular. Torbanın içindeki kemikleri öyle bir kucaklayıp bağırlarına bastılar ki… Babasının ‘artık bir mezarımız oldu ya, buna da şükür’ deyişi halâ kulaklarımda.” (sf.313-316)

17 yaşında, suç sayılmayacak bir doğal sebeple örgüt içi kararla öldürülen, “buharlaştırılan” Meryem’in kısa hikâyesi. “Her kayıp annesinin içinde üstü örtülmemiş bir mezar vardır” diyor, A. Yılmaz. “Umarım Meryem’in üstü açık mezarı annesi tarafından örtülür. Şimdi o dağlarda üstü örtülmemiş ne çok üşüyen mezar vardır.” (251)

Bu okumada, yalnızca olmuş olanı değil; bu “kalpsiz” siyasetler sürdükçe önümüzdeki yıllarda neler olacağını da anlıyoruz. 2015 Temmuzunda TC’nin açtığı savaşın büyük bir şevkle kabulü, bu geçmişten bağımsız olabilir mi? Her iki taraf da “ölülerini seviyor, sağlarına acımıyor.”

***

Yazarın hayatı ile de biliyoruz; bu kitap yıllar, yıllar önce; devletin ve örgütün akıttığı kan; “kıyma” edilmiş bedenler ve ruhlar; anaların ve yoldaş katillerinin dökülen gözyaşları; zindanlarda unutulmuş genç yıllardan kalan hayaller ve tutsaklık yıllarını ölçen kırılmış kum saatlerinin kumuyla karılmış harcın tabletlerine yazılmıştı.

Bu “belgesel-roman” anlatısında ne çok “hayatî” konular tartışılıyor. “Kurtuluşçu ideoloji”, “İtaat”, örgüt içi infaz kurbanlarının sahipsiz bırakılması, “silahlı devrim”, örgüt içi sevgisizlik; köleleşme; insanın ‘geçmişi’ ile ne yapabileceği; kadın özgürleşmesi! “15 yıllık dağ yaşamımda özgürleşen kadın görmedim, erkekleşen kadınlar gördüm!”

A. Yılmaz, kitaplarında devletin de, Kürt ve sol örgütlerin de demokratikleşmesini savunuyor; “isyanın özünün haklı, yönteminin yanlış” olduğunu kanıtlıyor; bu tavrı ile egemen Kürt ve Sol hareket tarafından lanetleneceğini ya da “sessizlik suikastına” uğrayacağını bilse de “vicdandan, adaletten yana” yazmayı yeğliyor.

O, “kendine, kalbi olan bir yol seçmiş!”

“Sığınamayanlar”, günümüz koşullarında, öncelikle “yolun başındaki” gençler tarafından “acilen” okunmalı.

——————————————————–

(*)AYTEKİN YILMAZ. SIĞINAMAYANLAR. Doğan kitap. 2016