İsyanın ortasında, ölümle yaşam arasında gerçek bir öykü...

 

Şeyh Sait Ayaklanması’nın arifesinde, hayatı bir anda tamamen değişen ve kaderi yeniden yazılan, yaşamla ölüm arasında karar vermek zorunda kalan bir genç...

 

Nişancı, Şeyh Sait Ayaklanması’nı hem devlet yanlısı hem de isyancı milisler gözüyle aktaran, gerçek bir öykü. Şeyh Sait Ayaklanması’nın çıkışından başlayarak Şeyh Sait’in ölümüne kadar geçen her günü, yalnızca savaşan milislerin yaşamlarıyla değil, isyanın ortasında kalakalmış kişilerin yaşadıklarıyla da gözler önüne seren bir yaşam öyküsü.

 

Asım Öz, romanın yazarı Metin Aktaş’la konuştu…

 

Nişancı romanı Şeyh Said’in hayatının belli bir bölümünden kesitler sunuyor. Aradan uzun yıllar geçmesine karşın Şeyh Said hâlâ etkili olmaya devam ediyor. Hakkında olumsuz söylemler üretiliyor. Şeyh Said kimdir ve onu hangi özellikleri güncel kılmaktadır?

1994 yılında köyümüz, evim yakılıp Elazığ kentine yerleştiğimde bu soruyu ben kendime sormuştum. Çünkü devletin bütün baskılarına, inkârına rağmen Elazığ kentinde sokakta herhangi bir vatandaşa,  bu kentin önemli beş insanını say desek vereceği cevapta ilk insan Şeyh Said olacaktır. Bu kentten seksen beş yıldır valiler,  generaller,  politikacılar gelip geçti adlarını okullara, hastanelere, caddelere verdiler ama yine de unutulup gittiler. Adını anmak suç olan bir insan hala bu kentte yaşayan insanların yüreğinde ilk hatırlanan insansa bana göre bu insan bu gücünü, halktan biri olması ve onların sorunları için mücadele ederek bunu hayatıyla ödemesinden almaktadır. Halk kendisi için mücadele eden insanları asla unutmaz. Onları,  bütün baskılara rağmen yüreğinde kuşaklar boyu taşır.

 

Peki, sizi bu hikâyenin peşinden sürükleyen neydi, anlatır mısınız?

Doğrusu Dersim Alevi kökenli bir insan olmamın ve okullarda bize verilen eğitiminde katkısıyla Elazığ kentine yerleşmeden önce Şeyh Said Efendi hakkında olumlu düşünceleri olan bir insan değildim. Beni Şeyh Said’in yaşamına ilgi duymaya iten 1994 yılında yerleştiğim Elazığ kentinde Şeyh Said Efendi’ye halkın gösterdiği sevgiydi. Kişisel olarak halkın yüreğinde yer yapmış insanlara ilgi duyan bir insanım. Son Derviş romanıyla hayatını anlattığım Saidi Kürdi’nin (Saidi Nursi, Beddüzaman) hayatını da tamamen bu sebepten dolayı yazdım.

 

Yaşanmış bir olaydan hareketle yazılan romanınız tamamen kurgu değil. Romanınızın kaynağı veya kaynakları hakkında neler söylersiniz?

Roman kurgu değil. Romanın başında anlattığım öykü gerçek. Yani ben1974 yılında Elazığ sebze, meyve halinde hamallık yapan, 1925 Şeyh Said Kürt isyanında milislik yapmış Emin’le (Cem ) tanıştım, dost oldum. O yıl Hakkâri yatılı Lisesinde okuyor, Yerel Hakkâri Halkın Sesi Gazetesi’ne yazı yazıyordum. Emin’le de bu gazetede yayınlamak için bir söyleşi yaptım. Ama bu söyleşiyi gazetede yayınlama olanağım olmadı.  Emin’le yaptığım bu söyleşi notlarımın arasında kaldı. Yıllar sonra notlarımın arasında sakladığım bu söyleşiyi görünce Şeyh Said Efendi’ye duyduğum ilgiden dolayı Nişancı romanımı yazdım. Romanı yazarken Emin’le yaptığım söyleşide Emin’in bana anlattıklarına sadık kaldım. Nişancı romanı tamamen gerçek bir hayat öyküsüdür.

 

Sanırım başka romanlarınız da var. Sizi tarihi roman yazmaya iten etmenler nelerdir? Kurgu ve gerçeklik ilişkisi bakımından onların da yazılış süreci aynı mı?

Santayana’nın çok sevdiğim bir sözü var; “Geçmişi hatırlamayanlar onu tekrarlamaya mahkumdurlar.” Bu söz sanki bizim yaşamımız için söylenmiş. Kendimizi, geçmişimizi sorgulamayı bilen bir halk olmadığımız için aynı acıları bir kadermiş gibi tekrar tekrar yaşamaktayız. Benim köyümün halkının yüzde sekseni 1938 Dersim kıyımında büyük çoğunluğu köyümüzün üstündeki dağda biri birine bağlanarak yakılmış, geri kalanlarda ormanlarda kurşunlanarak öldürülmüş, canlı canlı evlerine doldurularak yakılmıştı. Bu korkunç kıyımdan sağ kurtulan çok az sayıda insan da birbirinden ayrılarak batı illerine sürgüne gönderilmişti. 1947 affında topraklarına dönen bu insanlar yakılıp yok edilmiş evlerinin harabeleri üzerinde yeni bir hayat kurmaya çalışıyorlardı.  Ben 1965’lerden sonra hayatı tanımaya başladığımda ailem, köylülerim o kadar yoksullardı ki bunu sözle anlatmak mümkün değil.  Ben gözlerimi açıp hayatı tanımaya başladığımda katliamdan sağ kurtulmayı başarmış çoğunluğu kadın olan insanlar yeni bir hayat kurarken açlıkla, acılarla boğuşuyorlardı. Ben ve benim kuşağımdaki insanlar bu insanların ağıtları, şinşivanlarıyla büyüdü. Anlayacağınız 1938 Dersim kıyımı yalnızca bir kuşağı değil ondan sonra gelen kuşakların da hayatları üzerinde etkili oldu. Kocaları, kardeşleri, anaları, babaları, komşuları, akrabaları canlı canlı yakılmış kurşuna dizilmiş bu insanların ağıtları, şinşivanları beni o kadar etkiledi ki bu ülkede yaşayan bu kuşakların ve gelecekte yaşayacak kuşakların bu acıları yaşamaması için çalışıyor,  yazıyorum. Geçmişi, gelecekte ortak yaşamın önünde bir engel olması için değil, acılardan arınmış ortak yaşamın kurulması için yazıyorum.

 

Biz geçmişimizin üstünü örtmeye çalıştıkça aynı acılar tekrar tekrar yaşanıyor. 1938 Dersim kıyımında babaları, kardeşleri, akrabaları, komşuları öldürülmüş, evleri köyleri yakılıp yıkılarak sürgüne gönderilmiş annemin, babamın ve komşularımızın evleri 1994 yılında tekrar yakılarak bu insanlar topraklarından zorla ikinci bir sürgüne gönderildi. Babam bu ikinci sürgünün acılarına dayanamayarak öldü. Annem hala sağ. Her sabah kalktığında bana sorduğu ilk söz ‘oğlum köylerimiz açıldı mı?’ olur. Bunun nasıl dayanılmaz bir acı olduğunu yaşamayan insanlar bilmez. Tanrıdan dileğim bu acıları bu topraklarda yaşayan hiçbir insan yaşamasın! Ben romanlarımda beni derinden etkileyen bu acıları anlatırım. Konular farklı olabilir ama acı aynıdır. Bana göre hiçbir düşünce, inanç, ideal yaşamdan daha değerli olamaz.

 

Kimileri tarihi roman yazımında illaki gerçeklerin göz ardı edilmemesini savunurken, kimileri de kurgunun hüküm sürebileceği bir alan olarak yorumladı tarihi roman yazımını. Siz konuya nasıl bakmaktasınız?

Roman alanında ülkemizde yerleşik iki yanılgı var. Birinci yanılgı romanı yaşamdan kopuk bir olgu olarak gören anlayıştır. Bu anlayışa göre romanda siyaset yapılamaz insana ve doğaya dair sorunlar anlatılmaz çözümler aranmaz. Önemli olan kurgudur. Kapitalistlerin teşvik ettiği bu roman akımı bu gün ülkemizde etkindir. Romanda ikinci yanılgıysa romanı tamamen bir ideal, amaç, siyaset için araç olarak gören düşüncedir. Bu düşünce de birinci yanılgı kadar yanlış ve hatalıdır. Ülkemizde bu düşüncede olan devlet farklı etnik kimliklerden, inançlardan olan halkımızı asimilasyonla eritip tekleştirmeyi amaçlayan ulusu inşa etmek planını gerçekleştirmek için tamamen bu amaca yönelik roman, romancı üretti. Bu romancılar yarım asır ülkemizde yaşayan farklı etnik kimliklerden, inançlardan insanların varlığını inkâr ettiler ya da onları aşağıladılar. Bana göre bir romancı hayatı anlatacak bir öyküsü olmalı ama bu öykünün içerisinde insana, doğaya dair bütün sorunlar anlatılmalıdır. 

 

Türkçede yazılan tarihi romanlarını okuyor musunuz, nasıl buluyorsunuz bu türün seyrini?

Ülkemizde yayınlanan tarihi romanları okuyorum. Üzülerek ifade edeyim ki ülkemizde yazılmış tarihi romanlar devletin ulus inşası planına hizmet etmek için yaratılmış romanlardır. Bu romanların büyük çoğunluğu resmi ideolojiyi halka dayatmaya çalışır. Geçmişimizi, tarihimizi yazan romancılar yıllarca halkımıza zalimleri mazlum; mazlumları zalim olarak gösterdiler.

 

Nişancı romanım yayınlandıktan sonra birçok okuyucudan gerçekten Şeyh Said anlattığınız gibi miydi diye şaşkınlıklarını ifade eden sorular aldığımda hiç şaşırmadım. Çünkü halkımız yüzyıldır yalan üzerine kurulu bir tarihle aldatıldı. Son yıllarda yavaş yavaş resmi ideolojinin bakış tarzı dışında geçmişimize tarihimize bakan, anlatan romanlar yazılmaya başlandı ama bunlar yeterli değil. Umarım roman alanında resmi ideolojinin dışında geçmişimize, tarihimize daha sağlıklı bakan yazarlar çoğalır.

 

Nişancı’nın büyük çoğunluğunu Hasan Hişyar Serdî’nin Görüş ve Anılarım adlı kitabına dayanarak yazdığınız yönünde eleştiriler var. Bunları nasıl karşılıyorsunuz?

Bu doğru değil. Nişancı Romanıyla Hasan Hişyar Serdi’nin Anılarım adlı kitapta anlatılan öyküyle Nişancı romanında anlatılan öykü yakından uzaktan bir ilgisi, benzerliği yok. Ama her iki kitaptaki olaylarda aynı tarihsel dönemi, aynı insanları anlatıldığı için bazı benzerliklerin olması doğaldır. Her iki öykü farklı öykülerdir. Bu iki kitabı okuyan insanlar bunu görür.

 

Şeyh Said’in mirası dediğimizde iki tür bir sahiplenme ortaya çıkıyor. İslamcılar bu isyanı İslami referanslı bir isyan olarak anlamlandırırken Kürt milliyetçiliği bunu bir tür “ön” milliyetçiliğin dışavurumu olarak anlamlandırıyor. Uğur Mumcu ise Şeyh Said’in isyandan birkaç gün önce o zamanki adı Piran olan Dicle’de  vermiş olduğu bir vaazdan hareketle  Kürt-İslam Ayaklanması olarak adlandırıyor. Siz ikinci anlamlandırma biçimini sahipleniyorsunuz. Niçin?

Yakın geçmişimiz hakkında uzun araştırmalar yapmış ve bu konu da birçok romanı (Nişancı, Son Derviş, Harput’taki Hayalet, Sürgün) yayınlanmış bir yazar olarak bütün içtenliğimle Şeyh Said Efendi hakkında yapılan bu eleştirilerin yorumların doğru olmadığını söyleyebilirim. Şeyh Said Efendi dindar bir insandı ama birçok dindarın anlattığı gibi toplumun, halkının sorunlarına yabancılaşmış sadece uhrevi dünyayla uğraşan bir insan değildi. O uhrevi sorunlar kadar dünyevi sorunlarla da ilgilenen ve içerisinde yaşadığı halkının sorunlarına, acılarına çözüm arayan bir inanandı. Bu ülkede yüz yıllardır inancı egemen ulusun bir yayılma aracı, azınlık halkları eritme asimle etme aracı olarak gören inanan insan motifinin değişmesi hayatın, insanın sorunlarına duyarlı yaklaşan çözümler üreten inanan insanların yerleşmesi lazım. Bu ülkede yaşayan inananlar sosyalistlerle farklarını önemsedikleri kadar dünyaya egemen olan kapitalistlerle olan farklılıklarını anlatsalardı belki bu gün yaşadığımız acıları yaşamıyor olabilirdik.

 

İnanan ailesinde üç tane 30 milyar dolar malvarlığına sahip Suudi kral ailesini desteklemek zorunda mı? Neden bir inanan Suudi yoksul halkının yanında olduğunda ülkenin zenginlik kaynaklarının ülkede insanlar arasında adil dağıtımını istemesin? Bir inanan insan neden anadili yasaklanmış bir halkın yanında olmasın? Bir inanan neden denizlerin, göllerin, nehirlerin kirletilmesine, ormanların yok edilmesine, canlı türlerinin yok edilmesine karşı olmasın? Filistin halkının acılarına gözyaşı döken inananlar ülkemizde otuz yıldır acılar yaşayan topraklarından sürülen Kürtlerin acılarına neden ortak olmasın?

 

Şeyh Said böyle bir inanandı.  Topluma mal olmuş geniş halk kesimleri tarafından sevilen bu insanı herkes kendine benzetmeye ya da karşıtına dönüştürmeye çalışmakta. Ben bir siyasetçi değilim. Bir yazarım. Bir yazar olarak insan Şeyh Said’i anlattım. İnsan Şeyh Said Nişancı romanımda anlattığım Şeyh Said’tir. O ne İngiliz ajanıydı, ne Şeriat rejimini kurmaya çalışan bir insandı; o 1924 anayasasıyla varlığı inkâr edilen Kürt halkının temel insani haklarını elde etmek için mücadele eden bir inanandı.

 

Peki, Şeyh Sait’in müktesebatı ve ailesinin yapısı nedeniyle, İslami düşüncenin dışında, ümmet fikrinin dışında herhangi bir sisteme inanması, o yolda hareket etmesi mümkün mü?

Nişancı romanım yayınlandıktan sonra birçok yerde yaptığım söyleşilerde hep bu soruyla karşılaştım. Doğrusu bu soruyu hiç yadırgamadım. Çünkü sistem halka Şeyh Said’i toplumsal farklılıklara inanmayan katı, fanatik bir inanan olarak anlattı, kabul ettirdi. Samimi olarak ifade edeyim ki ben bile uzun yıllar Şeyh Said hakkında bu önyargılara sahiptim. Oysa bize anlatıldığı gibi Şeyh Said Efendi bağnaz, katı, farklı inançlara, hayat tarzlarına kapalı bir inanan değildi. Şeyh Said’in yaveri(yardımcısı) Dicle çatışmasında öldürülen Çerkez Yusuf Şia mezhebindeydi. Şeyh Said Efendi isyan döneminde özellikle bölgede yaşayan Alevi mezhebinden insanlara karşı çok hassas davranmış onların hiçbir zarar görmemesi için elinden geleni yapmıştır. Elazığ’ı alan milislerin başındaki komutanlar Zaza Yado ve Şeyh Şerif Efendi Elazığ alındığı gece özellikle Elazığ Hüseynik köyünde zorunlu sürgüne gönderilmiş Dersim mebusu Hasan Hayri beyin evinde konaklamışlardır. Aleviler içerisinde yapılan Şeyh Said, Seyit Rıza’nın evine konuk olurken onun kestiği hayvanların etini yememiştir propagandası tamamen yalan ve iftiradır. Aynı şekilde birçok inanana kabul ettirilen toplumun sorunlarına duyarsız farklılıklara tahammülsüz fanatik Şeyh Said kişiliği de yalan ve gerçeğe uygun değildir. Şeyh Said’i farklı kılan onun yoksul halkının içinde olması onların acıları için ağlamasıydı. O yalnızca Kürt halkının temel insani hakları için mücadele etmedi aynı zamanda da yoksul insanların daha iyi bir hayat tarzına sahip olması için mücadele etti. Derehani’yi başkent ilan ederken yaptığı ilk konuşmada yoksul halkın belini kıran öşür vergisini kaldırması bunun en iyi örneği. 

 

Kitabınızın girişinde Fikret Başkaya’nın Paradigmanın İflası kitabı dahi olmak üzere pek çok kitapta yer alan bir atasözü var: “Aslanlar kendi tarihçilerine sahip olana kadar, avcılık öyküleri hep aslanları yüceltecektir” şeklinde. Şeyh Said isyanını bir kandırma olayına indirgiyor Türkiye’deki resmi tarih.  Lozan görüşmeleri sırasında Irak petrollerine göz diken İngilizlerin Anadolu’nun yeni devletini “zorda “bırakmak amacıyla Şeyh Said’i kandırdıkları yönündeki argüman bunun en bariz göstergesidir.  Romanda anlattığınız basiretli Şeyh Said  portresi ile uyuşmayan bu yaklaşımı nasıl değerlendirirsiniz?

Şeyh Said’in İngiliz ajanı olduğu 1925 Şeyh Sait Kürt isyanını İngilizlerin yaratığı, desteklediği bir hareket olduğu düşüncesi devlet tarafından yaratılmış, Kürtlerin içerisinde de çok büyük kesimlerin inandığı, savunduğu bir düşüncedir. Ama bu sadece bir düşüncedir. Bu güne kadar Türk istihbaratının İngiliz konsolosluğuna gönderdiği o yapay mektup dışında bulunmuş bir tek somut kanıt yoktur. Uzun yıllar gerek yazılı gerek sözlü yaptığım araştırmalarda Şeyh Said isyanında İngilizlerin hareketin içerisinde oldukları ya da desteklediklerine dair hiçbir somut bilgi ve bulguya rastlamadım. Şeyh Sadi’in İngiliz ajanı olduğu düşüncesi tamamen hareketin insani yönünü karalamak için devletin uydurduğu bir yalandır. Şeyh Said isyanında İngilizler ve Fransızlar Kürtleri desteklemedikleri gibi bu hareketin bastırılmasında devlete yardım etmişlerdir. ‘Şeyh Said isyanı genç ilerici cumhuriyete karşı yapılmış bir gerici kalkışmadır’ propagandası iyi tutmuş, Stalin bile hareketin bastırılması için devlete 25 uçak göndermiştir. Yaptığım araştırmalarda gördüm ki harekin yenilmesinin ana nedenlerinden biri dış desteğin sağlanmamış olmasıdır. Eğer söylendiği gibi bu hareket İngiliz desteğini sağlamış olsaydı bu gün durum çok farklı olabilirdi.

 

Azadî örgütünden de söz ediliyor romanda. Peki, Şeyh Sait’in bu cemiyetle herhangi bir organik bağlantısı var mıydı?

Azadi örgütünün kurucusu ve başkanı olduğu düşünülen Miralay Halit Bey,  Şeyh Said’in kaynı Binbaşı Kasım’da Şeyh Said’in bacanağıdır. Ayrıca Azadi örgütünün Miralay Halit Bey’le birlikte tutuklanan üyeleri Şeyh Said Efendi’nin arkadaşları ve yakın dostlarıdır. Azadi örgütünün örgütsel yapısıyla ilgili tutulmuş arşivler yoktur.  Ama bu ilişkiler değerlendirildiğinde Şeyh Said’in Azadi örgütünün üyesi olduğunu söyleyebiliriz. 

 

Şeyh Said romanda Hamidiye Alayları’na bağlı isimlerin isyana katılmalarından duyduğu endişeyi  dillendiriyor: Hamidiye Alayları Şeyh Said ayaklanmasında nasıl bir rol üstleniyorlar? Onların üstlendikleri bu rol ayaklanma üzerinde ne tür olumsuzluklara sebep oluyor?

Hamidiye alaylarında görev almış birçok komutan, milis Şeyh Said hareketinde rol alıyorlar. Bunların hareket içerisindeki rolleri olumsuzdur. Yararından çok zararı dokunmuştur harekete. Çünkü birçoğu devletin istihbaratının örgütlü üyesidir. Hareketin içerisine giriş amacı hareketi amacından saptırmaktır. Bu konuda başarılı da olurlar. Örneğin milislerin eline geçen Hüseynik silah deposunun havaya uçurularak içerisindeki yüz milisin öldürülmesi, milislerin kontrolüne geçmiş Elazığ kentinde yağmalamanın başlaması tamamen Türk istihbaratıyla ilişki içerisinde olan Hamidiye milislerinin oyunudur.

 

Ayaklanma Ankara tarafından nasıl algılanıyor? Fethi Okyar hükümetinin değişiminin bununla bir bağlantısı var mı?

Biliyorum söyleyeceklerime birçok insan inanmayacak. Bu kadarda fazla diyecek. Garip bir şey ama gerçek; isyanı Şeyh Said başlatmıyor. İsyanı devlet yaratıyor. Devletin isyanı başlatmasının iki amacı var. Birinci amacı Ankara’da ki  güçlü muhalefeti bastırmak için uygun zemin yaratmak, ikinci amacıysa ilerde başlamasından korktukları güçlü bir Kürt hareketini güçlenmeden derlenip toparlanmadan isyana zorlayarak zayıf anında bastırmak, Kürtlerin köylerini, kasabalarını, kentlerini yakıp yıkarak onları batı illerine sürgüne göndermek. 

 

Romanı yazma süreci nasıl çalıştı? Örneğin karakterleri nasıl yazdınız mesela? İsyanın çıktığı ve geliştiği yerlere roman için yolculuk yaptınız mı?

İsyanın yaşandığı topraklara yabancı bir insan değilim. Birçok yeri iyi tanırım. Ama buna rağmen kısıtlı imkânlarımla çabaladım. 

 

Kahramanların kurgu olmadığını belirtiyorsunuz ama Cem’in bazı ifadeleri sanki onun bilincine anlatıcının açık müdahaleleri var gibi bir his oluşturuyor. Bu konuda neler söylersiniz?

Cem bir gerçekti. Ama onun duygularını hislerini bilebilmem mümkün değil. Bu konuda yazarın devreye girmediğini söylemek doğru değil.

 

Bu romanınız, iyi bir senaryoyla beyaz perdeye aktarılabilir. Düşünüyor musunuz?

Bu roman Amerika’da büyük bir film şirketi tarafından filme çevrilecekti. Romanın Türkçe’den İngilizce’ye çevirimi aşamasında kötü bir talihsizlik sonucu şirketin sahibi ve yöneticisi trafik kazasında ölünce bu çalışma yarıda kaldı. Umarım ileride bu tür çalışmalar yeniden başlar. Ülkemizde ciddi saygın bir kurumdan böyle bir talep gelirse neden olmasın?

 

Dönemi anlatan başka tarihi kitaplarla birlikte düşündüğümde şöyle bir soru geliyor aklıma: Şeyh Sait isyanı Bitlis’e sıçramıyor. Bu isyanın buraya sıçramamasının sebebi Kâzım Dirik olarak gösteriliyor…

Bunun tek bir sebebi değil birçok sebebi vardı. İsyanın başarıya ulaşmamasının nedenlerinden biri de isyan önderi Şeyh Said’in yeterince askeri deneyime sahip olmaması,  insani duygularını muhafaza etmesi, dış desteğin yaratılmaması, isyan için yeterli örgütsel ve askeri gücün yaratılmaması gibi nedenler sıralanabilir. Örneğin eğer Diyarbakır kuşatması sırasında şehre su sağlayan su hatlarını kırsaydı Diyarbakır düşebilirdi. Şeyh Said Diyarbakır içerisinde yaşayan insanlar acı çekebilir diye Diyarbakır’a su sağlayan kanallara dokunmaz. Yine Şeyh Said’in neden bir ay Diyarbakır önünde çakılıp kaldığını neden Mardin’i, Urfa’yı almadığı hep sorulur. Eğer Mardin, Urfa alınmış olsaydı 9. Kolordu Diyarbakır’da kuşatılmış askerlere yardıma gelemeyecek Diyarbakır eninde sonunda düşecekti. Olaya çok yönlü bakmak bütün nedenleri araştırıp bulmak en sağlıklı şey. 

 

Şeyh Sait isyanı, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. İsyan nedeniyle çıkartılan Takrir-i Sükûn Kanunu adıyla bir tür olağanüstü hal uygulamasına girişerek bütün ülkeyi yeniden  tasarlıyor adeta. İsyan Türkiye’yi nasıl etkiledi?

İsyanı Kemalistler yarattı. Amaçları muhalefeti bastırmak ve Kürtleri derlenip toparlanmadan örgütlenmeden bastırmak, topraklarından sürmekti. Kemalistler bu planlarında başarıya da ulaştılar.

 

Söyleşiyi gerçekleştiren: Asım Öz - Tasfiye dergisi 35 sayı.