Hrant Dink Vakfı'nın derlediği 'Sessizliğin Sesi Türkiyeli Ermeniler Konuşuyor', resmi tarihin söyledikleriyle sağır kulaklara, kör gözlere, suskun dillere, belleğin izinden bir kitap. İstanbul'dan Malatya'ya 15 Ermeni anlatıyor

BERRİN KARAKAŞ / RADİKAL

Ermeni Soykırımı Yasa Tasarısı’nın Fransız meclisinden geçmesiyle kakofoni içinde boykot derdine, inkâr derdine düşmüş gündem içerisinde ‘Sessizliğin Sesi’ne kulak vermenin, yaşananları yaşayanlardan dinlemenin zamanı. Geçmişin, şimdinin ve geleceğin kesişme noktası bu anlatılar, 1915’ten, Varlık Vergisi’nden, 6-7 Eylül’den, Yirmi Kur’a Askerlik’ten, Hrant Dink’in katlinden artakalışlarla yeniden yapılan hayatlar. ‘Öteki’ sustukça egemenin konuştuğu kadar biliyorsak, kitapta yer alan 19’undan 70 yaşına 15 Ermeni’nin anlattıkları ve senelerce anlatmadıklarının söyledikleri, önyargılardan arınıp dinlediğimizde geleceği yapacak. Arşivlere sığmayanlar anlatacak olanları, olacakları…

Sonsözde ‘Sessizliğin Sesi’nin Spivak’ın ‘madunun dili’ dediği dile tekabül ettiğini, Ermenilerin madunluklarının suskunlukluklarında ortaya çıktığını söylüyor, Arus Yumul. Gramsci’nin ‘Hapishane Defterleri’nden ‘madun’un tarifiyle; “Madun genel bir anlatımla egemen grupların oluşturduğu kurum ve pratikler aracılığıyla temsil edilmeyen, özne olmayan, sesini kaybetmiş, hiç sahip olmamış, tarihle ilişkisi nesne düzeyine indirgenmiş, tarihsizliğe mahkûm edilmiş, tabi olan topluluklara işaret ediyor.”

‘Sessizliğin Sesi’ Ferda Balancar ve ekibinin 200’e yakın insandan konuşmak istemedikleri cevabını aldıktan sonra görüşebildikleri, 20’si İstanbul’dan, 20’si Elazığ, Dersim gibi çeşitli şehirlerden 40 kişiyle görüşmelerinden seçtikleri 15 mülakattan oluşuyor. Ermenilerle yapılan bu ilk sözlü tarih çalışmasında, kişileri okuyucuyla karşı karşıya bırakmak için kendi ağızlarından veriliyor hikâyeler. 1915’i Yirmi Kur’a Askerliği yaşayanlar hayatta olmadıklarından torunlar anlatıyor dinledikleri kadarıyla... Dinledikleri kadarıyla, çünkü pek çok ebeveyn koruma güdüsüyle, öfkeyi aktarmamak adına, yaşadıkları acıları çocukları yaşamasın diye hevesli değiller kötü anıları dillendirmeye. Bu çerçevede ‘Sessizliğin Sesi’nde kimliğine sahip çıkmaya, kimliğini keşfetmeye çalışanların, Türk-Ermeni, Müslüman-Hıristiyan olmak arasında kalmışların hissettiklerini de okuyoruz. Annesinin sır Ermeniliğiyle yaşamış bir genç kadının annesinden duyduğu, teyzesinin ölürken söylediği “Ermenistan bekle beni, güzel Ermenistan, benim güzel memleketim Ermenistanım” diyen şarkıyı öğrenme çabası bile çok şey söylüyor. “Google’dan yazıyorum, çıkmıyor. Ne olur öğretin” diyen kadına kuzenlerinin cevabı; “Karıştırma oraları…”

Bir uyanış: Hrant Dink
Oraları karıştıran, kitaptakiler gibi bir hikâye anlatıcısı Hrant Dink’in varlığı, her anlatıcının altını çizdiği gibi bir uyanış. Hrant’ın derin katilleri ortaya çıkmadıkça sokakları dolduran Türk-Kürt-Ermeni “Hepimiz Ermeniyiz” diyenler, Ermenilerin bu topraklarda artık yalnız olmadıklarının göstergesi. Kendi cemaatlerine de “Hrant öldürülene kadar neredeydiniz?” sorusunu sorma fırsatı.

Cezayir Restoran’da düzenlenen panelde, Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Rober Koptaş’ın söyledikleriyle Ermenilerin bu topraklara yeniden bağlanması anlamında da önemli bir ses, ‘Sessizliğin Sesi’. Kitapta dinlediklerimiz, her şeye rağmen gitmeyenler. “Bugün Ermeni olarak bu topraklarda yaşama imkânı varsa, insanlar Ermeniliklerine sahip çıkıyorsa, bu gerçekten bir gelecek umudu gördükleri için, buna bağlandıkları içindir” diyor Koptaş. Hrant Dink’in açtığı yolda insanlar, bu umuda yatırım yapıyor. O yüzden, bu meseleyi içerden de konuşmaya çalışmak. Konuşmak bu umuda atılmış bir büyük adımsa, diğeri de dinlemek. Keza tehcir sırasında annesinin kesik kolu elinde kalmış 15 yaşındaki çocuğun ruhundaki acıyı, Varlık Vergisi’yle sekiz sene hiç konuşmamış dedenin sessizliğini, kimliğini kızından saklamaya çalışan annenin yükünü dinleyemiyoruz. Bir haber ajansı Tüterli Köyü’nde yaşayan Ermeni asıllı Ahmet Kazeroğlu’ndan dinlemiş; “Dedem Kars’ta askerlik yapmış ve Ermeni vatandaşların tifo ve benzeri hastalıklardan öldüğünü söylüyor. Türkleri haksız yere soykırımla suçladılar diyor.”

‘Sessizliğin Sesinde’de Türklerden kötülük görmediklerini söyleyenler, “Hem Türküm, hem Ermeni” diyenler var. Lakin aynı insanlardan birinin tifoya dair söyledikleri ajanstan duyduklarımızla kitaptan duyduklarımız arasındaki farkı da gösteriyor: “Erzincan Hastanesi’nde bütün Ermenileri toplamışlar, tifo, tifüs salgını var, aşı geliştirmek istiyorlar, Ermeni denekler üzerinde denemişler. Bunu yapan adamı profesör yapmış, mikrobiyoloji enstitüsünde kürsü vermişlerdir. Böyle bir şey vahşice geldi bana. Yapılan şeylerden hiç kimse hicap duymuyor, hiç kimse utanmıyor, hiç kimse ‘Rezil oldum’ demiyor, hiç kimse ‘Tarihi, belgeleri yok ettim’ diyemiyor.”

Son sözü, ilkgençliğine kadar Ermeni olduğunu bilmeyen ve o kimliği Türk kimliğiyle birlikte yaşatan genç bir kadına verelim; “Türk yanım utanırken, Ermeni yanım korkunç bir öfkeye kapılıyor. Bu, bu ülkede başka bir azınlığa yapılsaydı da aynı öfkeyi hissederdim ama işin içinde ailem de olduğu için farklı bir duygusallık geliyor. Gözleriniz dolmaya başlıyor. O kocaman, asla tutmak istemediğiniz bir öfke ve nefret bulutu gününüzün ortasına yerleşiyor. Sonra kendinizi iyileştirmeyi öğreniyorsunuz. Yani, bununla yaşayamazsınız, çünkü bu ülkede yaşıyorsunuz.”

O hayat aynı yerde nasıl devam ediyor?
İnsanın dayanma gücünü anlayamıyorum. Üç çocuğun, karın gözünün önünde öldürülüyor, komşuların bunu biliyor, sen yaşamaya devam ediyorsun aynı kasabada, tekrar çocuk doğuruyorsun. Aklım bunu alamamıştır. En çok bu ağır geliyor. O yaşandıktan sonra o hayat aynı yerde nasıl devam ediyor? 1915’te kimin ne yaptığı beni ilgilendirmiyor. Kimin ne yaptığını biliyoruz. Bir nüfusun üçte biri yok olmuş. Beni kimin ne yapmadığı ilgilendiriyor. Komşun öldürülürken sen ne yapmadın? Ya da nasıl yapmadın? Nasıl izin verdin? Hep bunu düşünüyorum.

Hrant, Türklerin bizi sevmesini sağladı
Hrant Dink’le yeni bir uyanış başladı. Hrant sadece Ermenilere değil, Kürtlere ve Türklere de çok şey öğretti. Hepimizin gözüne çekilen perdeyi yırttı attı. Kinle zehirlenmiş halkları sevgiyle iyileştirmeye başlamıştı. Hrant, Türk halkının bizi sevmesini sağladı ki ilk defa 24 Nisan anmaları başladı. Ölümüyle de insanlar sel gibi aktı. Dostumuz oldular. Kürtlere de Türklere de biraz mesafeli olmak gerekir derdim ama Hrant’ın cenazesinden sonra o kadar değil. Biliyorum ki şimdi bir sürü insan benimle aynı sıkıntıyı hissediyor. Bir sürü insan Türk olmasına rağmen azınlık hissediyor kendini Türkiye’de.

Anneannemi altı ay küpte saklamışlar
Anneannemin kütükteki adı Memdu­ha Helvacı. 1957’de, ben yedi yaşındayken öldü. Yozgat Mecidiye’den kağnılarla, faytonlarla götürmeye başlamışlar. Bir derenin kenarına getirmişler, başlamışlar orada katliama. Anneannem 15 yaşında o zaman, annesinin elini bırakmıyor. Bırak­mayınca eline baltayla vuruyorlar, annesinin kolu elinde kalıyor, kanlar yüzüne sıçrıyor ve bayılıyor. Ölü sanıyorlar, bırakı­yorlar. Anneannem gece yarısı uyanıyor, cesetlerin arasında. Yürüme­ye başlıyor. Bir subay karısı annemi altı ay saklıyor, küpün içinde. Kocasından gizli altı ay bakmış.

Dayağını ye, sesini çıkarma, evine gel
Babam dedi ki “Sana gâvur diyecekler, öbürlerine de diyorlar ama seslerini çıkarmıyorlar. Seni öldürmezler, dayağını ye, sesini çıkarma, gel evine. Bir yerin kırılsın da sesini çıkarma.” Bu bilinci babam bana verdi. Öyle dayak yiye yiye büyüdüm. Yedi-sekiz yaşlarında iken büyük adamlar beni kulaklarımdan tutup yere vuruyorlardı, “Gâvurdur, kemiği kırılmaz, sağlamdır” diyorlardı. Bizim orada bir uçurum (Tehtameterxanê) vardı. Oradan insanlarımızı atmışlardı, kemikleri üst üsteydi, beni o uçuruma götürürlerdi. “Dedelerinin kemiği orada, seni de oraya atacağız” diye tehdit ederlerdi.

Ellerine birer Kuran tutuşturdular...
1920’lerde de Gümüşhacıköy’de katliam oluyor ama bu daha sınırlı. Topal Osman’ın çetesi Amasya’ya geliyor ama asıl katliamı Merzifon’da yapıyorlar. “Gümüşhacıköy’e de gelelim mi?” diye haber gönderiyorlar. Gümüşhacıköy’deki eşraf da “Burada pek Ermeni kalmadı, gelmeyin” diyor. Bu arada zaten eli silah tutan genç, gürbüz Ermenilerin hepsi öldürülmüş Gümüşhacıköy’de. Babama “Sen sarık sar, git bağda üç-beş gün saklan” diyorlar. Annemle anneannemin ellerine de birer Kuran tutuşturup Kuran kursuna yolluyorlar. Onlar da çete bölgeden uzaklaşana kadar öyle yaşıyorlar.

Koca devlet bir haç takmaktan korktu
Bir Müslüman’ın, bir Musevi’nin ya da bir ateistin varlığından rahatsız olmam. Beni rahatsız eden, geçmişe ya da kimliğe duyulan saygısızlık. Mimarlık sempozyum­larında Rumların yaptığı evleri ‘Türk evi’ diye anlatıyorlar. Kay­seri mimarisi diye Ermenilerin yaptığı taş evlerden söz ediyor­lar. Van’ı anlatırken Ahtamar’dan bir cümleyle bile söz etmiyorlar. Bunlar ağırıma gidiyor. İnkâr sadece soykırımı reddetmek değil, bu da inkâr. Ahtamar’ı açtılar. Müze olarak açmalarına itirazım yok. Ayine gidecek kimse yok nasılsa. Ama haç takamadılar. Koskoca devlet bir haç takmaktan korktu.

Bizi zorla Müslüman etmişler
Yedi köyden kovalanmışız. Her birinde düzenimizi kurmuşuz. Biri gelip “Çık buradan” demiş, kaçmışız. Yedi kere düzenimizi kurmuşuz, se­kizinci kere evimizi satın almışız. Evimizi başkasından, tarlamızı baş­kasından almışız. Kürtler diyordu ki: “Bu gâvurları kuru taşın üzerine koyun, bir yün parçası verin, gene yaşarlar ama biz yaşayamayız.” Dokumacıydık, onlara şal şalpik yapalım diye bizi öldürmemişler ama zorla Müslüman etmişler. Kimliğimize ‘mühtedi’ yazdırmışlar. Sonra “Ça­ğırın şu gâvurları, mühtedi yerine İslam yazacağız” demişler. Mühtedi yazarken de İslam yazarken de bize sormamışlar.

‘Özür diliyoruz’ dese Türkiye yücelir
Hrant Dink işte bu üstü örtülenleri konuşmaya başladı. Bizim cemaatten hiç kimse, hiçbir şey söyleyemiyordu, sinmişti herkes. Hrant bu sinmişliği yırttı. Hrant biliyordu başına ne geleceğini ama buna rağmen söyledi. Bu işin öncülüğünü yaptı. Türk aydınları “Ne oldu, neyin nesi?” diye araştırmaya başladılar. Dolayısıyla buna gönül veren bir kitle ortaya çıktı. Nereye kadar gidecek? En azından bir daha “Yapmadık” lafı olmayacak. “Bütün yapılanlardan özür diliyoruz” diyebilse Türk küçülür mü? Koca Türkiye Cumhuriyeti küçülür mü? Bana göre küçülmez, aksine yücelir. Büyük Türkiye de budur.