Serdar Korucu / Radikal

Rita Ender'in "Kolay Gelsin" isimli kitabı, İstanbul kalabalıklaştıkça yalnızlaşırken, Karaköy'de Judeo-Espanyolca, Beyoğlu'nda Rumca, Kapalıçarşı'da Ermenice, Aramice duyulmaz olurken yapılan söyleşilerden oluşuyor. Çalışma hem İstanbul'un tarihine hem de bugününe ışık tutuyor. Özellikle de kentsel dönüşümün yıkıcılığına...

İstanbul'da bazısı marka olan, bazısıysa artık müşterileri bu şehirden gittiği, daha doğrusu gitmek zorunda kaldığı için ayakta kalmakta zorlanan mekanlar ve meslekler bir kitapta, Rita Ender’in “Kolay Gelsin” isimli çalışmasında bir araya geldi.

Ender’in de önsözünde belirttiği gibi İstanbul kalabalıklaştıkça yalnızlaşırken, Karaköy’de Judeo-Espanyolca, Beyoğlu’nda Rumca, Kapalıçarşı’da Ermenice, Aramice duyulmaz olurken yapılan bu söyleşiler hem İstanbul’un tarihine hem de bugününe ışık tutuyor. Özellikle de kentsel dönüşümün yıkıcılığına…

Kitapta İnci Pastanesi gibi “yeni” yerine taşınmak zorunda kalan da var, Rebul gibi röportajın yapıldığı sırada hala mekanında olan da. Bugün hala onlarca yıllık dükkanından sökülmek istenen Kelebek Korse de…

Rita Ender “Anadolu’daki kilise, sinagog ve kimi mezarlıkların başına gelenlerden de görülebileceği üzere, çok acımasız ve duyarsız olduğumuzu düşünüyorum” diyor ve ekliyor: “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’unu okuyan yerli-yabancı bir turist Narmanlı Han’ı görmek istemez mi? Bu konuda Kültür ve Turizm Bakanlığı bir şeyler yapamaz mı acaba? Birileri yapmalı. Yoksa hepimiz çok tatsız, ruhsuz bir yerde yaşıyor olacağız ve öleceğiz.”

Kitabın teşekkür bölümünde Stephen Grosz’un “Öykülerimizi anlatarak yaşamlarımızı anlamlandırmaya çalıştığımıza inanıyorum” sözü var. Projenin başında bu hisse mi sahiptiniz?

Ama buradaki mesleklerin büyük bölümü bugün “popüler” olan iş kolları değil. Bu meslek sahiplerinin duyguları bizlerden farklı mı?

Farklı bence. Bugün büyük plazalarda, camların bile açılmadığı mekânlarda, kendi masasında hususi eşyasını barındırmasının yasak olduğu ortamlarda çalışan insanlardan çok farklılar. Bu şehrin kokusunun daha çok hissedildiği yerlerde, kendi yarattıkları ortamlarda, kendilerine özel işler yapıyorlar.

Mekan olarak alışveriş merkezleri yerine pasajlarda bulunuyorlar. Sizce pasajlar ile AVM’ler arasındaki fark ne?

Pasajlar, yürüyen merdivenlerin mekanikliğini hissettiren yerler değil. Daha sokağa ve insana dair olan yerler. Kitapta, Nişantaşı Hak Pasajı’ndan yer alan pulcu Burak Temiz var, Hacopula Pasajı’ndan şapkacı Katia Kiracı var…

Kitaptaki isimler röportaj teklifine, yaşadıklarını anlatmaya sıcak mıydı?

Kitapta yer alan 80 kişinin hepsi de aynı sıcaklıkta olmadı tabii. Daha önceden tanıştıklarımı ikna etmek daha kolay oldu. Mesela Eczacı Melih Ziya Sezer, Melih Abi çocukluğumu bilir, Rav. Yeuda Adoni, Tevrat’a dair bildiğim ne varsa ondan öğrenmişimdir. Ciltçi Mehmet Yorulmaz ve Kemal Yorulmaz ile çalışmıştık. Tabii onların nasıl çalıştığını bildiğim için de onlarla iletişim kurmam farklı oldu. Bilmediklerimde ise bir keşif heyecanı oluyordu, o da çok keyifliydi.

“AGOS İÇİN SÖYLEŞİ İSTEDİĞİMDE ÜRKENLER DE OLDU”

Söyleşiyi kabul etmeyenler var mıydı?

Vardı. “Agos için söyleşi yapıyorum” dediğinde ürkenler oldu. Endişeleri vardı. Başka türlü duygularla istemeyenler de oldu. Mesela Kasımpaşa’da bir yemci ile konuşmak istedim. Kabul etmedi.

Bu mesleklerin yoğunlaştığı alanlar da var. Seçimi nasıl yaptınız?

Ben İstanbul’un en çok neresine dokunuyorsam, en çok oraları yazmış oldum sonunda. Kadıköy, Moda, Beyoğlu, Galata. Bir de olmazsa olmayacak olanlar vardı; Kapalıçarşı, Vefa, Eminönü…

Mekanları araştırırken sizin de yeni fark ettikleriniz oldu mu?

Tabii, bu işi yapıyor olmanın en keyifli yanlarından biri de zaten buydu. Çok güzel ve yeni insanlar tanıdım. Bir sürü söyleşiden çıktıktan sonra, fotoğrafları çeken Berge Arabian ile “ya ne güzel adam yahu” dedik… İlk aklıma gelen örnek araba tamircisi Yani Usta. Pangaltı’da Amerikan arabalarını tamir eden, onlara aşık olan ve anlatacak yığınla hikayesi olan bir usta Yani Bey. Adaşı Yani Velahapulos’u tanımak da çok ilginçti. Tesisatçı, şimdilerde Tarabya’da tren maketleri yapıyor, kendi ifadesiyle “dalga geçiyor”.

Anlatılarda hüzün hakim değil. Bunun altında ne var?

Biz aslında insanların biyografisine dair şeyleri, geçmişlerini konuştuk. Mesela ben sordum, “bu mesleğe nasıl başladınız?”, “ilk nerede çalıştınız?” Geriye gittik, nostalji yaptık. Kitabın çizeri Reysi Kamhi’nin en sevdiği sözlerden biri “Nostalji acısı alınmış bellektir”dir, Lowenthal’in. Bu doğruysa ve eğer kitapta hüzün yoksa; acısı alınmış olduğundan olabilir.

İstanbul’da kalanların belleğinden acı alınmış mı? İstanbul’da kaldıkları için geçmişteki acılardan daha az konuşuyor olabilirler mi?

Ayrılık, giden için mi zor, kalan için mi? Çoğunlukla kalan için, terk edilen için. Ama burada böyle değil. Çünkü bu hikayelerdeki gidenler, rutin hayatlarından sıkıldıkları için, çılgın bir hayatın onları çağırdığından dolayı gitmemişler. Gitmek zorunda kalmışlar. 64 sürgününde gönderilmişler. 6-7 Eylül’ü yaşamışlar ve çocuklarının bir benzer vakıayı görmemesi, yaşamaması için çareyi gitmekte bulmuşlar. Gittikleri yerde, geceleri İstanbul’u düşünmek ve belki bu şehre bir daha hiç dönmeyeceğini bilmek gerçekten çok zor olsa gerek.

“ATİNA’DA YAŞAYAN USTASININ CENAZESİNİ KALDIRDI”

“Kalan”ların sırtında nasıl bir yük var? Özellikle de gidenlerden mesleği öğrendikten sonra ustalarının dükkanlarını sürdürenlerde.

Onlar sanki vefa borcu hissediyorlar. Bugün o işi, öyle yapıyor olmalarının nedenleri onların ustaları. Bunu da çok hoş şekilde dillendirdiler; “Bu dükkan varsa ustamın sayesinde”, “Ben ustamdan öğrendiğim şekilde devam ediyorum”, “Benim ustam gibi usta İstanbul’da yoktu” dediler. Gömlekçi Celalettin Benli bunları söyleyenler arasındaydı. Büyükada Fırını’nın sahibi Hüseyin Karayaprak da. Hüseyin Abi ile ustası Nikos Bey arasında çok özel bir ilişki vardı. Söyleşiyi yaptığımız sırada Nikos Bey Atina’da yaşıyordu ve her gün telefonla fırının işleyişini kontrol etmeye devam ediyordu. Kısa bir süre sonra Atina’da vefat etti, cenazesini Hüseyin Abi kaldırdı.

Röportajlarda gitmek zorunda kalanların yaşadığı o karanlık atmosfere dair ipuçları elde ettiniz mi?

6-7 Eylül gibi fotoğraflanan olayları, bugün pek çoğumuz az ya da çok biliyoruz. Ama bilmediğimiz çok şey var. Mesela sürekli Yahudilere Osmanlı’nın 1492’de kapılarını açtığından konuşuyoruz ama hala soykırım zamanında bu topraklardakilerin ne yaşandığı çok konuşulmuyor ya da Türk vatandaşı olan Yahudilerin başka yerlerde neler yaşadığı. Kitapta o dönemde bir iş gezisi için İtalya’ya gönderilen daktilo tamircisi Yakup Çukran’ın bir anısı var. İtalya’ya gitmiş ve hemen kendisini Türkiye ’ye geri yollamışlar. Eğer o, sıradan bir Türkiye vatandaşı olarak böyle bir şey yaşadıysa, “Aaa Holokost’tan hiç haberimiz yoktu burada, biz sonradan duyduk, internet mi vardı o zaman” diyen yetkili kişilere inanmak zorlaşıyor…

Bu kitapta gözden kaçan, pek bilinmeyen meslek hikayelerini de topluyorsunuz. Adı diğerlerinden daha fazla bilinse de Vefa Bozacısı’nın gelenekleri gibi.

Evet, bazı yerlerin adının çok biliniyor olması hiç de tesadüf değil. Vefa Bozası yıllar boyunca bozayı aynı tatta üretmeye çalışmış ve mekanı hiç değiştirmemişler. Kapısındaki üstüne basılmaktan aşınmış bir taş var, onu da değiştirmiyorlar. Sadık Vefa, değiştirmeye hakkı olmadıklarını söylemişti. Değiştirirsek, müşterilerin hatıralarına karşı ayıp ederiz demişti. Bir de, onların hikayesinde şu beni çok etkilemişti: Leblebi satmıyorlar. Boza, leblebi ile içiliyor ama onlar leblebinin tam karşılarındaki dükkandan satın alınmasını istiyorlar. Tıpkı dedelerinin zamanında olduğu gibi. Bunun için de “O, onun kısmetidir, bu bizim” diyorlar. Bu inanç sadece Vefa Bozacısı’nda yok. Simitçi Sami Özen de, İstanbul’da insanlar tarafından tüketilmeyen simitlerin martıların kısmeti olduğunu söylemişti. Genel olarak “kısmet” sözcüğü, kısmetin nasip olacağı anlayışı yaygın. Ve sanırım bunun, başka kültürlerde tam karşılığı yok.

Başka yerde karşılığı olmayan bir başka söz de kitabınızın ismi “Kolay Gelsin”. Bu kitaptaki isimler için bu söz çok daha anlamlı değil mi? Ne de olsa bazılarının varlığını devam ettirmeleri zor.

Bazılarının ekonomik yükümlülükler nedeniyle zorluklar yaşadıklarını biliyorum. Ama bazıları da mesleklerinin devam edeceğine kesinlikle inanıyor. Mesela Katia Hanım, şapkanın modasının hiç geçmeyeceğini, İngiliz Kraliyet ailesinin düğününden örnek vererek anlatmıştı.

“MEKANLARA KARŞI ÇOK ACIMASIZ VE DUYARSIZIZ”

Fakat mekanlarından çıkanlar da, çıkma tehlikesi ile karşılaşanlar da var.

Maalesef. İstiklal Caddesi’nde olanlar en zor durumda olanlar. Feriköy’de bir ara sokaktaki dükkanın bu tehlikeye karşı mücadele etmesi daha mümkün. Biz onların mücadelelerine nasıl daha çok destek olabiliriz, ben de bilmiyorum. Belki de, devletin bu tip mekanlara destek olması gerekiyor. Turistlerin ilgisini çekecek, bu şehirde görmek isteyecekleri yerler bunlar. Gerçi Emek Sineması’nın Narmanlı Han’ın durumları belli ama mesela Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’unu okuyan yerli- yabancı bir turist Narmanlı Han’ı görmek istemez mi? Bu konuda Kültür ve Turizm Bakanlığı bir şeyler yapamaz mı acaba? Birileri yapmalı. Yoksa hepimiz çok tatsız, ruhsuz bir yerde yaşıyor olacağız ve öleceğiz. Biz hepimiz öleceğiz ama eğer öldürmezsek, korursak burada asırlarca kalacak olan mekanlar var. Yüzlerce yıllık bir kilise gibi, bu meslek sahiplerinin dükkanı da asırlar sonra bambaşka his ve düşüncelerle ziyaret edilebilir. Fakat bu konuda, Anadolu’daki kilise, sinagog ve kimi mezarlıkların başına gelenlerden de görülebileceği üzere, çok acımasız ve duyarsız olduğumuzu düşünüyorum.

Agos’ta yeni söyleşileriniz isimler üzerine. Bu duyarsızlık kimliklere karşı da sürmüyor mu?

Şimdi gayrimüslimlerle "yabancı" olan isimleri üzerine söyleşiler yapıyorum. Bir taraftan mizah dolu hikayeler çıkıyor ortaya. Bir tarafta yine hak ihlalleri var. İsim davaları, askerlik anıları, ulu orta, kimi zaman bir duruşma salonu gibi hayli uygunsuz olan bir yerde anlamı kurcalanan isimlerimiz, ne kadar din özgürlüğü ile ilgili? Din ve ibadet özgürlüğü inancını açıklamama özgürlüğünü de barındırır ama karşınızdaki size ısrarla isminizin neden Rita olduğunu sorarsa, siz bazen dininizi, kimliğinizi açıklamak durumunda kalırsınız. Ve işte o sırada bazen antisemitizmin ne olduğunu çok iyi anlarsınız. Veya Türkiye’nin yüzde 1’inin Müslüman olmadığını bilmeyen, “Müslüman değilim” deyince şaşıran insanların ne kadar çok olduğuna siz de şaşırırsınız.

Bir de teselli cümleleri var değil mi?

Evet. "Olsun hepimiz insanız" gibi teselliler veya din değiştirme konusunda çeşitli "öneriler" olabiliyor.

“İSMİM “RİTA” OLUNCA SOYADIM “ENDER” DEĞİL “İNDIR” OLUYOR”

İsminiz üzerinden başınıza gelen en ilginç olay neydi?

Ben avukatım, adliyede çok acayip şeyler başıma geliyor ama bu kitapla ilgili de bu kitapla ilgili olarak da böyle bir hikayem oldu. Bir arkadaşım kitapçıda kitabımı sormuş. Cevap olarak “Rita İndır’ın kitabı mı?” diye yanıt almış. Sanki ismim “Rita” olunca “Ender” olamıyorum. “İndır” olmak zorundaymışım gibi. Neyse ne yapalım, buna da şükür...

Haber Fotoğrafı: Berge Arabian (Rita Ender söyleşi yaparken)