(ÜMRAN KARTAL / Radikal) Bando aşkıyla Bıçakçı Gümüş Ahmet, kız isteme töreninde Abhazlığı ortaya çıkan Ayten Yenge, Elvis Yaşar’ın afişleri, zengin kızı Aybike’yle taşralı Kamuran, özbeöz Türk ve Müslüman olduğuna tüm kalbiyle inanan Leyla, ‘Siz Batılılar’ lafı dan diye kafasına inen Erzurum’da tıp okuyan İzmitli genç kız, hastane koğuşunu paylaşan asteğmen ve ülkücü Zeynel, kendi şehrinde yabancı olmanın ağrısını yaşayan Özlem... Ayfer Tunç, hikâye etmek ile anı anlatmak arasında duruyor ‘Memleket Hikayeleri’nde, bazen kulakta kalan bir cümleyle bazen de gerçeklerin hafızada kalan küçük parçalarıyla... 

Bu kitap neden yazıldı?
Memlekete dair küçük-büyük her şeye bağlı olduğumu fark etmiş olmalı ki, Tanıl Bora, İletişim Yayınları’na misafir olmamı, ‘Memleket Kitapları’ dizisi için bir kitap yazmamı istedi. Tamam yazayım dedimse de, ‘Bir Maniniz Yoksa...’yı tekrar etmek korkusu bir süre elimi kolumu bağladı. Ama bu ülkede iyi-kötü otuz yıldır yazan bir yazar olarak memlekete dair bir şeyler söylemek; hüsranımı, kahrımı, aşkımı, sevgimi; bütün hoyratlığına, ikiyüzlülüğüne, giderek daha fazla duyarsızlaşmasına, canım hasletlerini hızla kaybediyor olmasına rağmen, memleketim olan Türkiye’ye derin bağlılığımı anlatmak, ezeli ve ebedi meselelerimizin beni-bizi nasıl yaraladığını, nasıl geleceksiz ve ümitsiz bıraktığını anlatmak istiyordum. 

Hangi soruyla yola çıktınız peki?
Memleketimi sevmek için elimde ne kaldı? Bu soruyu hâlâ ve acı çekerek soruyorum. Bizim -Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Süryani, Çingene, Alevi, Sünni, Hıristiyan, Musevi...- kısacası tüm Türkiyeli yetişkinlerin hem birbirimize, hem de gelecek kuşaklara karşı inkâr edilemez bir sorumluluğumuz var. Bir gün çocuklarımız bize “ülkemizi neden sevmeliyiz?” diye soracak olurlarsa onlara dürüst bir cevap vermek zorundayız. 

“İstanbul bitiyor” diyorsunuz. İstanbul daha önce, o çokkültürlü dokusu bile isteye bozulduğunda bitmeye başlamış olamaz mı?
1964’te doğdum, 1976’dan itibaren İstanbul’da yaşamaya başladım. Sanayi bölgesi olarak Haliç’in seçildiği, böylece şehrin cennetinin bir zehir havuzu haline getirildiği; tramvayların kaldırılıp yerine dünyamızı, şehrimizi, ruhumuzu kirleten otobüslerin konduğu; yollarla parçalandığı, ormanlarının yağmalandığı, bu çok dindar milletin camileri de dahil olmak üzere sayısız tarihi yapısının haris bir açgözlülükle yıkıldığı; kuşaklardır İstanbul’da yaşayan gayrimüslimlerin hayatları zindan edilerek sürüldüğü; onların gidişiyle boşalan yerlerin barbarların istilasını andırırcasına talan edildiği; topraklarından sürülenleri hatırlatmasın diye caddelerine Vatan, Millet, Sakarya, Oğuzhan, Kızılelma, Kurtuluş, Ergenekon, Türkbeyi, Bozkurt vb. adlarının verildiği, “gayrimüslim unsurlardan temizlenmiş” bir İstanbul’un yaratıldığı yılları yaşamadım. O yılları edebiyattan ve sinemadan biliyorum. Benim bildiğim İstanbul kitapta da anlattığım, “fakir ama gururlu” bir İstanbul’du. 1976’daki İstanbul’dan geriye bir şey kalmadı. Seksenlerde de, sorumlularına hesap sorulmadığı, sorumlularının hesap vermediği, büyük bir yıkım ve talan yaşandı, İstanbul gene bitmedi. 

Dirençli bir yanı da var bu şehrin...
Ama her güzel şeyin bir sonu var. İstanbul dünyanın silueti en güzel şehriydi. Artık değil. Tahrip edilen yalnız İstanbul da değil. Anadolu’nun tüm şehirleri. Bütün bir ülke. Şehirlerin gelişimine kesinlikle karşı değilim, gelişmekten, gelecekten yanayım. Fakir ama gururlu bir İstanbul değil, dünyanın bütün değerli şehirleri gibi, hem zengin hem gururlu, hem vakur hem bilge bir İstanbul tercih ederim. Gözümüzü dikmemiz gereken yer de gelişme değil; insanca, namusluca, akıllıca, planlı bir gelişme olmalıydı, artık çok geç. 

Bu yüzden mi İstanbul için güzellemenin yanında bir de ağıt yazışınız?
Gerçekleri inkâr edebiliriz, görmezden gelebiliriz, ama gerçeği değiştiremeyiz. Gözlerine perde inmemişlerin görebildiği gerçek orada bir yerde durur. Siyah-beyaz Türk filmlerini çoğumuz aynı nedenle seviyoruz: Önde Ediz Hun’la Hülya Koçyiğit aşk yaşarken arka planda eski ve muhteşem İstanbul’dan bir parçacık görebilmek için. Bizden sonraki kuşaklar da aynı şeyi yapacaklar. Bugün çekilen filmleri İstanbul’un son siluetini görmek için izleyecekler. “Aaa, Haydarpaşa garmış meğer!” diyecekler, tabii tren kalırsa. 

Laz böreği ile ilgili Pontus hikâyesi çok hoş. Laz böreğinin Karadenizli Hüsniye Abla’ya ya da Giritli bir kadına ait olmasının aslında pek bir önemi yok. Bir arada yaşamış kültürler için bundan daha doğal ne olabilir…
İnsanların bu doğal ortaklığı kabul etmesi neden bu kadar zor peki?

Ne kadar masumca soruyorsunuz. İsterseniz daha şedit olanını hatırlayalım. Hırant Dink öldürüldü, cenaze töreninde “Hepimiz Hırant’ız, hepimiz Ermeni’yiz” sloganı doğdu. Bu geleceğe yapılan insanca bir dostluk çağrısıydı. Ama onulmaz bir hastalık olarak gördüğüm fanatik milliyetçilik, bu slogana “Hepiniz Ermeni’siniz, hepiniz piçsiniz” diye mukabele etti. Türk siyasal hayatında üretilmiş en insanca, en dostça sloganın bu hazin serüveni Karadenizli Hüsniye Abla’dan Giritli kadına giden yolun en uç ve en ürpertici ifadesidir. 

Sözde Batılı, özde muhafazakârlar. Sözde şehirli, özde köylüler. Aslında ne Batılı ne muhafazakârlar, ne şehirli ne köylüler... ‘Bir Alman gelininin karalahana çorbası karşısındaki tutumu’ndaki bu tanım‚ ‘Memleket Hikayeleri’nin özeti midir?
Özeti değilse de önemli bir parçası denebilir. Gerek cumhuriyet maceramız, gerekse günümüzün siyasal ve kültürel hayatı şapkamızı önümüze koyup düşünmeden, atalarımızın yarattığı medeniyeti nasıl olup da böylesine hovardaca harap ettiğimizi anlamaya çalışmadan, oradan oraya çekiştirilen amaçsız bir değişimi ortaya koyuyor. 1962’de ölen, arkasında hiç kitap bırakmamış ama şaşırtıcı bir berraklık ve dürüstlükle “bizi” ortaya koyan cümleler bırakmış olan Sakallı Celal olarak bilinen filozof Celal Yalınız “Biz doğuya giden bir gemide batıya koşan insanlarız,” demişti. 

‘Memleket Hikayeleri’nin hepsine sinen bir ‘arayış’ın özünü sormak istiyorum; ‘ev’ ve ‘memleket’ kelimeleri arasındaki bağı...
Benim gerek edebiyatta gerek sosyal hayatta ‘ev’ kavramına fazladan bir ilgim var. Behçet Necatigil’ciyim yani. İnsanın temel arayışının aslında anne rahmi olduğu, bunu da ev kavramında somutlaştığı kanısındayım. Sınırsızca ve koşulsuzca güvende olduğumuz tek yer annemizin rahmiydi, çıktık ve bir daha iflah olmadık. Memleket de bunun toplumlar için karşılığı. Bu nedenle memleket değerli, toplumların rahmi çünkü yaşadığımız toprak. Gençken ölmek için toprağına dönenlere dair hikayeler anlatırlardı, gülüp geçerdim. Ama birkaç yıl önce tanıdığım bir Ermeni’nin annesi otuz küsur yıl sonra, ölmek için Kanada’dan İstanbul’a geldi ve öldü. Necatigil’in “Evin Halleri” şiirinin son kıtasında evin yerine memleketi koyun, şaşırmayacaksınız.
Evin –den hali, uzaksınız/ Hatta içinde yaşarken/ Aşkların, ölümlerin omzunda/ Ayrılmak var evden.

MEMLEKET HİKÂYELERİ
Ayfer Tunç
İletişim Yayınları
2012, 278 sayfa, 19 TL.