Mario Levi'nin “Size Pandispanya Yaptım”ı, “İstanbul Bir Masaldı”nın izinde giden bir roman.

Levi romanında yeni bir tat yolculuğuna çıkıyor. Bir tarihin izini sürme çabası bu aynı zamanda.

Romanı, yine bir romancının, Erendiz Atasü'nün Cumhuriyet Kitap Eki’nde yayınlanan yazısından tanıyoruz:

ÇOCUKLUĞUMUZUN SOFRALARI NEREDE?..

Diğer okurları nasıl etkiledi bilemem ama, Mario Levi’nin son romanı Size Pandispanya Yaptım beni çocukluğumun bayram sofralarına götürdü. Yakın akrabaların bir araya toplandığı, özenle pişirilmiş yemeklerle donanmış sofralar. Mario Levi ile aynı kuşaktanız. Aynı dönemde, farklı şehirlerde, bir anlamda farklı, başka bir anlamda eş kültürel ortamlarda benzer sofralara oturmuşuz. Fark, Mario’nun -kuşkusuz yazarın çocukluk anılarından da esinlenmiş- kahramanlarının Musevi kesime mensup olmasında. Ortaklık ise benim anılarımdaki insanların da tıpkı Mario’nun kahramanları gibi orta sınıflara dahil olması. Emek zahmet hazırlanan ziyafet, mutfak işçisi kadınlara nasıl bir yorgunluğa mal olurdu yoksa geleneksel kadınlık rolünü benimsemişler için anlamlı ve heyecanlı bir girişim miydi, bilemiyorum (Mario’nun kadınları için ikinci şık geçerli gibidir) ama bu kalabalık sofralar çocuklar için neşe kaynağıydı. Güven duygusu ve bu duyguyu yaratan süreklilik… Çocuk, büyük ailenin koruyucu kanatlarına muhtaçtır; büyüdükçe kanatların gölgesinde boğulur, kendi kanatlarını kuşanıp uçmak ister. Şimdi o kadar farklı bir yaşam kesitindeyim ki hâlâ birileri böyle sofralarda buluşuyor mu bilemiyorum. 12 Eylül’ü önceleyen ve izleyen karanlık gecelerde, üzerimize abanan iktisadi bunalımların çetin koşullarında, kalabalık dost ve aile meclisleri yok olup gitti gibi geliyor bana…

Güven… Orta sınıfların peşinde olduğu yanılsama… Aman, çatışma çıkmasın! Dengeler bozulmasın. Çocukların hatırı için saklanan, gizlenen, yumuşatılan gerçekler… Küçük burjuvazinin iki yüzlülük olarak nitelenebilen ketumluğu… Dini, ulusu, ne olursa olsun, tüm orta sınıflar için geçerli bir saptama değil mi şu tümce: “Hayatlarımızı bazı fırtınaların uzağında sürdürmemize imkan veren limanlarımızda, kendi hapishanelerimizi nasıl inşa ettiğimizi, yan çizmelerimizin bize ne bedeller ödettiğini düşünmenin ise hiç zamanı değildi’’ (s. 205).

Duyarlı ve dikkatli çocuk, limanlarda biriken ve çürüyen aile sırlarını sezecek, ziyafet sofrasına eşlik eden büfede -İngilizlerin deyimiyle- pek çok iskeletin kilit altında tutulduğunu kavrayacaktır. Sakınım, iletişimsizlik doğuracak, artık yetişkin çağa gelen çocuk, büyük ailenin ayakta tutmaya çalıştığı süreklilikten kopacaktır. Levi’nin adsız kahramanına olan da budur.

Mario Levi’nin romanı birkaç düzlemde değerlendirilebilir: Ülkemizin kültürel ortamlarından birinin, Musevi geleneğinin kaydını tutan belgesel nitelikli bir kurmaca olarak. Orta sınıfa mensup ailelerin duyarlı bir çözümlemesi olarak. İlginç bir kurguya dayanan deneysel bir roman olarak.

ALİKOBENİ= ALIKOY BENİ!

Gerçeklerden yola çıkan kurmacanın, okur zihnini gerçeğe, değme bilimsel çalışmadan çok daha fazla yakınlaştıran gücü yadsınamaz. Levi’nin romanında verdiği bütün yemek tarifleri gerçekten var mıdır, bir kısmını yazarın hayal gücü mü yaratmıştır bilemiyorum. Şurası kesindir ki Size Pandispanya Yaptım, Musevi olmayan okuru, Türkiye Yahudiliğinin gerçeğine yakınlaştırıyor. Bu yakınlaşma, uzun uzun tarifleri verilen yemeklerin süslediği sofralar ve o sofralarda söze dökülen ve daha çok dökülmeyen duygular, durumlar, ilişkiler aracılığıyla olur. Dilde, damakta bir sentezdir, Türkiye Yahudiliği: Eski yurtla yeni yurdun, beş yüz küsur yıl önce veda edilmiş ülkenin kültürü ile varılan ülkenin, Osmanlı yurdunun kültürel ortamının bir bileşkesi. Roman bu bileşkeyi daha ilk sayfalarında “alikobeni” sözcüğüyle muştular (s. 15). Alikobeni= alıkoy beni! Komşu çocuklarını misafir ederken onları oyalamak için ellerine tutuşturulan taze pişmiş börek, çörek, Allah ne verdiyse bu adla anılmaktadır. Romandaki ailevi olayların tanığı, romanımızın gölgedeki kahramanı “sekiz on yaşlarında yalnız, kendine yetmeye çalışan” (s. 15) çocukla işte böyle tanışırız, “alikobeni” dolayımıyla.

Gerçekleşen kültürel senteze rağmen, diken üstünde bir duruşu vardır, Yahudi yurttaşlarımızın, beş yüz yıldır yurt bildikleri Türkiye’de. Göçlerin ardı kesilmez. Çoğu ticaretle uğraşır, geldikleri ülkenin ve yeni ülkenin toplumsal yapılanmasının dayattığı işbölümünde onların payına ticaret düşmüştür. Büyük sermaye sahibi olmayan aileler, ülkenin iktisadi çalkantılarının etkisindedir. Göçlerle yüklü mazi, “Bir yeni vatan daha mümkün mü?” sorusunu zihinlere kazımıştır. Üstelik Türkiye’mizde gayrımüslimlere tahammülsüz bağnaz kitlelerin bilinen mevcudiyeti, hep bir tehdit unsuru olma niteliğini sürdürmektedir. Nitekim, kahramanlarımızdan bir kısmı, uzak diyarlara, Güney Amerika’ya göç edecektir.

Bu tedirgin ortamda, mazinin acı yükünün gölgesi altında yaşayan insanların, geleceği göğüsleyebilmek için her koşulda sağlam kalan bir şeylere ihtiyacı vardır. Gelenektir o! Varsın, mutfak geleneği olsun! Ülkeden ülkeye savrulan Yahudiliğin, yüzyıllar boyunca kimliğini nasıl ve niçin koruyabildiğini anlarız, Levi’yi okurken. Yahudi yemekleri bu kimliğin romandaki simgesidir. Yazarımız, ıstıraplı bir tarihi, savunmalara ve suçlamalara hiç kalkmadan, duygu sömürüsüne çok açık bir konuda asla bu yola baş vurmayan bir üslupla, duygu ve düşünce dünyamızda var etmeyi başarır.

“DERİN BİR KIRGINLIK İÇİNDE...”

Orta sınıfların namı diğer küçük burjuvazinin korunma, güvenlik ve süreklilik yanılsamalarına duydukları ihtiyacın, Yahudilerin özgül tarihi dolayısıyla, Musevi ailelerde daha da derin kökler saldığı anlaşılmaktadır. Yanılsamanın korunması için ailenin kapalı kozasında vuku bulan sansürlemelerin ilginç örnekleriyle örülmüştür bu roman. Sansürler ve baskılar. Küçük sermaye sahibi ailenin ara vermeyen tedirginliği, ticaret hayatının ana akımına dahil olabilme yani büyük sermayeye ve güvenceye kavuşabilme emelini güçlendirmekte; toplumsal tırmanışı sekteye uğratabilecek aşklar daha başlarken ailenin baskısıyla bitirilmektedir. Kocasının ölümüyle hepten zarurete düşen, terzilik yapmak zorunda kalan Rahel’in oğlu Yusuf ile dikişçi kız Rozi arasındaki aşk tomurcuğu bu akıbetten kurtulamaz; annenin baskısı ve oğlun hırsı yüzünden açamadan solar. İki gencin arasındaki titreşimi anlatan sayfalar romanın en güzel ve etkileyici bölümlerindendir (s. 82-86). Bu sahnede, Rozi oynamakta mıdır, Yusuf’u elde ederek o da kendi çapında bir tırmanışı mı geçekleştirmeyi amaçlar? Belki. Zaten Levi, sık sık baş vuracaktır “oyun” sözcüğüne, sessiz ve içli çocuğun tanık olduklarının gerçektense gerçeği örten bir oyun olduğunu imleyecektir. Gene de Rozi ile Yusuf arasında yüreğe dokunan içten bir şeyler vardır. Nitekim, ilerdeki yıllarda, közdeki kıvılcım alevlenecek, Yusuf ve Rozi’nin aşkı gerçekleşecek ve herkes için trajik sonuçlar doğuracaktır. Gençliğinde Yusuf’tan vaz geçmek zorunda kalmak, Rozi’yi nasıl etkileyecektir? Onu gözü kara cinsel maceralara iten öz yapısı mıdır, gönlünde açılan yara mı?

Roman, aile bireylerinin iç içe geçen öyküleri halinde zamanda ilerleme ve gerilemelerle akarken saklıda yaşanan cinsel ilişkiler, mutlu aile fotoğraflarının negatifleri gibi çıkar karşımıza. Sırların sonu gelmez. Aile üyelerinin, kimi kez araya giren kıtalara ve okyanuslara karşın birbirine tutunması, iç dünyalardaki mutsuzluk çöküntülerini gözlerden saklayan ve herkesin ihtiyaç duyduğu bir oyundur.

Bu ortamda kadınlar -durumlarının bilincinde olsalar da olmasalar da- erkeklere göre kapana kısılmışlardır. Erkekler iş hayatları sayesinde farklı deneyimler yaşarken (kimi kez iflas gibi acı yaşantılar da deneyimlenecektir), gizli cinsel ilişkileri sayesinde zevke ulaşabilirler. İflas felaketini paylaşan kadınların ise eve bağları, eşe sadakatle perçinlenmiştir. Bu sıkışmışlıkta, kız kardeşler, eltiler, kaynana ve gelinler arasında, saygı örtüsü altında sürüp giden çatışmalar ve rekabet kaçınılmazdır. Kadınların hazin hayatına duyarlıkla yaklaşır Levi ve anlatıcısının ağzından şöyle der, roman kişisi bir kadın için: “Yaşadıklarını… derin bir kırgınlık içinde, çaresizlikle kabullenmek zorunda kaldığını öğrendiğimdeyse, tüm benliğimi hâlâ içimden atamadığım bir sızı kapladı” (s.16). Kadın karakterlerin çaresizlik sızısı, roman boyunca bizi terk etmeyecektir. Kaderini değiştirmeye kararlı kadının -Rozi örneği- erdemsiz sayılabilecek bir yaşama yönelmekten başka seçeneği var mıdır?

YAZARA EMANET EDİLEN DEFTERLER

Romanın kurgusu ilginç ve karmaşık. Levi, hayatın bir tiyatro oyunu gibi sahnelendiği evlerde geçen ve sırlara dayanan olay örgüsünü bize iletirken oyunsu ve oyuncu bir yöntem yeğlemiş, anlatıyı büktükçe bükmüş. Öyle ki anlatıdaki oyunsuluğu çözmek sırları çözmekten zor. Roman metninde birkaç defter, mektuplar ve farklı anlatıcı sesleri mevcut. Olayları ve sırları zihninde birbirine ilintilendiren kişi, romanın başında, içine kapalı, duyarlı bir çocuk olarak karşımıza çıkan ve romanın sonunda aile bireylerinden değilse de gelenekten kopmuş, özgün bir insan olarak selamlayacağımız “yazar”dır. Ancak defterleri tutan o değil. Kim? Defterler yazara “anlatması” için emanet edilmiştir. Defterlerdeki “anlatıcı ses” ise bazen birinci, bazen ikinci, bazen üçüncü şahıs olarak konuşur. Defterlerin dışında kalan roman metninde koyu puntolarla dizilmiş bölümlerdeki “ses”in sahibi başkasıdır; italik harflerle dizilmiş bölümlerdeki ses ise daha başka bir kişiye aittir. Sır düğümlerinin gelip dayandığı kişi ise kendisi de gayrı meşru bir çocuk olan ve gayrı meşru bir çocuk doğuran, dolayısıyla gelenekçi kabulün dışına düşmüş, fam fatal mı, kurban mı olduğuna bir türlü karar veremediğimiz (kanımca hem kurban hem fam fatal) Rozi.

Hayatın özünü, içten duyguları, yalansız arzuları, ritüelleşmiş geleneğin katı kalıpları arasında ezen, kimseye gerçek kendisi olabilme imkanını tanımayan tiyatrovari hayat tarzını canlandırabilmek için yazarımız tam bir biçim ve içerik uyumu yakalamamış mı? Yakalamış. Üstelik bu uyumu, uzun ama berrak tümcelerden oluşmuş çok lezzetli, bir Türkçe ile yansıtmaktadır roman. Bulmacavari kurguların çekiminden biz yazarların kurtulmamız zor. Düşünmeden edemiyorum, yalın bir kurguyla Rozi’nin ve diğer tüm karakterlerin dramları yüreğimize daha da derinden işlemez miydi?.. Gene de Size Pandispanya Yaptım son yıllarda okuduğum romanların en güzellerinden biri. Bende kalıcı izler bıraktı.

Size Pandispanya Yaptım/ Mario Levi/ Doğan Kitap/ 336 s.