GÜLŞEN İŞERİ / Birgün

 

Gazeteci Hamza Aktan, ilk kitabı "Kürt Vatandaş"ı okuyucusuyla buluşturdu. Kürt Vatandaş alışık olduğumuz Kürtlerin hikâyelerinden ziyade Türkiye'de Kürt olarak var olmanın ne anlama geldiğini, günlük hayata yansımalarını irdeliyor. Aktan, tüm bu süreçleri anlatırken Kürtlerin o mağduriyet dilini de en aza indiriyor… Mağduriyetin Kürt meselesini çözümünde rolü olmadığını düşünen Hamza Aktan yine Kürt meselesini geride bıraktığını düşündüğü güncel siyasete de kitabında pek yer vermiyor. Meselesinin özüyle ilgilenen ve Kürt sorununun kaynağını farklı başlıklar altında okuyucusuna sunan Hamza Aktan’la bir araya geldik.

 

- Kitabın adından başlarsak, resmi ideolojinin dışında bir tanımlama yapmışsın… Burada iki türlü algılama var, ‘vatandaş’ aslında resmi söylem ama ‘Kürt Vatandaş’ bu resmi söylemin dışında.
Dediğin doğru, “vatandaş” daha çok resmi söylemin kullandığı bir kelime… O açıdan bir ironi de var aslında kitapta. “Kürt vatandaş” diye bir şey yok resmiyette. Daha çok “Kürt kökenli vatandaşlar” var. Veya “etnik topluluklar” vs var. Devlet dili, Kürtleri Türk vatandaş olarak kabul ediyor. Kürt sorununun temel kriz noktalarından biri de bu. İlk olarak Kürtlerin kendi isimleriyle vatandaş kabul edilmese de vatandaşlık pratiklerini icra eden insanlar olduklarına bir gönderme yapmak istedim… Bu şu anlama geliyor; Kürtler Kürt olarak anılmasalar da vatandaşlık pratiklerini yerine getiriyorlar. Türk devlet bürokrasisini kullanmak zorundalar; nüfus dairesine gidiyorlar, bankasını kullanıyorlar, eğitiminde, ordusunda yer alıyorlar. İkinci olarak ise yavaş yavaş “Kürt vatandaşın” kabulünün de geleceğini öngören, belki ileride Kürtlerin Kürt olarak ifade edilebileceğine dair de bir gönderme.

- Realitesi güçlü deneyimlerini anlatmışsın; peki bir Yüksekovalı olarak derdin neydi?
Beni bu kitabı yazmaya iten en temel sebep Türkiyeli Kürtlerin temsilinin çok sorunlu olması. Kürtlerin hep ya çok milliyetçi bir perspektif ya da açık açık bir Türk devletçi yaklaşım üzerinden kurulan algılanmasının kırılmasını istemem. Amacım bir Kürt olarak da medyanın, ana akım siyasetin bu söylemini biraz kıracak, dışında bir okuma yapacak bir çabanın içine girmekti.

-Ama kitapta sadece gazeteci deneyimi değil ayrıca bir Yüksekovalı olarak da varsın değil mi?
Hakkarili, Yüksekovalı biri olarak da varım elbette kitapta. Ben 29 yaşındayım, PKK’nin fiilen silahlı eyleme başlamasından 1 yıl önce doğmuşum. Aslında fiilen PKK tarihinde geçmiş bir hayat, tabii ki bunların da etkileri var, her Kürt gibi PKK’nin silahlı mücadelesinden, o mücadelenin yarattığı sonuçlardan olumlu veya olumsuz etkilenmiş biriyim. Dolayısıyla bir Yüksekovalı olarak içindeyim kitabın ama elimden geldiğince o yerelliğin içinden çıkarak Kürt halkına daha uzaktan, Kürt halkının genel olarak yaşadığı değişimi anlatmaya çalışan bir Kürt olarak içindeydim.

- Aslında kitabı okurken senin mesafelerini de görüyoruz. Kürt sorununu anlatıyorsun ama güncel siyasetle ilgili hiçbir şey göremiyoruz kitapta; bu bir tercih miydi?  

Evet, bir tercihti. Mümkün olduğunca güncel siyasi gelişmelerin uzağında durmak istedim. Kürtlerle karşılaştırdığım öbür özne; hükümetler, siyasiler, kişiler vs değil bir ulus devlet oldu. Bu ulus devlet de elbette Türkiye’ydi. Ama tabii ki, sadece bir ulus devlet değil, İran, Irak, Suriye’yi de bir ölçüde katmaya çalıştım. Dolayısıyla daha güncel aktörlerin de ötesinde bir bakışla bakmaya çalıştım. Bir de Kürt meselesini anlamaya çalışırken düşülen bir başka yanlış var; yanlış değil de güncel gazeteciliğin yarattığı bir handikap diyelim, o da sürekli güncel meseleler üzerinden Kürt meselesini yorumlamak. Bu da son zamanlarda giderek popülerleşti.

- Buradaki kaygın ne?
İnsanların düştüğü birkaç handikap var; ilki Kürt toplumunun tarihsel olarak nasıl bir yere doğru gittiğini gözden kaçırıyor bu çaba. Ayrıca hata yapmaya da çok müsait bir çaba, çünkü çok konjonktürel gelişmeler insanları bit tür lotoculuğa sevk etmiş durumda. İnsanlar ancak tahminlerle insanlar analiz üretebiliyorlar. Bu da daha çok ana akımın yaptığı bir şey. Ben bunun da dışında durmaya çalışarak güncel siyaset üzerinde bir yorum yapmak istemedim. Ancak uzaktan Kürt meselesine bakmaya çalışmak güncel koşulları göz ardı etmek anlamına gelmiyor. Zaten Kürt toplumunun yaşadığı gelişime bakarsan bugünü de içine alıyor. Bu nedenle de Kürt toplum gelişimini bir tarihte dondurup şu aşamadan sonrasına bakmayacağım demedim. Bugünü de içine dâhil ederek ama elimden geldiğince cumhuriyetin ilk yıllarını da katarak bir genel perspektif çizmeye çalıştım.

-Kürtler mağduriyetler ve acılar üzerinden popüler kültürün ilgi odağı oldu. Kürtlerde mağduriyet dili verilen o mücadelenin önüne geçti; neden?
Bu mağduriyet dili çekingenliğin bir sonucuydu. Oysa Kürtler sadece mağdur oldukları, sadece şiddet gördükleri için isyan etmediler tarih boyunca. Şiddet gördükleri için de isyan ettiler ama isyanlarının sebebi sadece bu olmadı. Kürtler kendi bölgelerinde söz sahibi, esas özne olmak için mücadele ettiler. Dolayısıyla bahsettiğimiz mağduriyet dili, Kürt sorununun milliyetçilik boyutunu ve kendi kendisinin öznesi olma isteğini görmezden gelerek meseleyi sadece bir insan hakları sorununa sıkıştırmaya çalıştı. Çünkü mağduriyet dilinden bir meseleyi dile getirmek daha kolay. Devletin ağır, baskıcı siyasetinin yarattığı sıkışmışlık da biraz buna yol açtı. Devlet insanlara başka alan tanımadı, ancak büyük bir insan hakkı ihlali olduğunda Kürt meselesi kendisini ifade edebildi. Ama netice itibariyle geldiğimiz yerde bu mağduriyeti öne çıkartmanın en temel söz haline geldiğini görüyoruz. Başka sözü yokmuş gibi Kürtlerin. Ama var.

-Kitapta şiddet pornografisi diye bir anlatımın var, bu da mağduriyet dilini kullananlara eleştirin mi?
Bunu pornografiye benzetmemin amacı, belki kızanlar olacak ama, pornografi sınırsız bir şeydir. Kürt meselesindeki mağduriyet dili ve onun kullandığı doz da insanlarda artık daha fazla mağduriyet, en acayip hikâye neyse onu anlatmaya götüren bir duruma sürüklüyor. Öyle bir yere gelmişiz ki, bunu üzülerek söylüyorum; Kürtlerin bir alışkanlığı haline gelmiş. Dillendirilmeyecek, insanın öz saygısını kıracak ağırlıkta şeyler vardır. Kitapta işkence örneğini de veriyorum, işkence, “işkence” olarak da ifade edilebilir ancak işkencede yaşanan bazı ihlalleler insani sır olarak kişilerin mahremiyetine girer. Fakat o her şeyi isteyen pornografi, doyumsuz mağduriyet dili onu da ihlal ediyor. Bu şiddeti yaşamış insanlara mahremiyet hakkını da tanımıyor. Biz öyle bir yere geldik ki gözaltında tecavüze uğramış insanların nasıl tecavüze uğradığının ayrıntılarını anlatan metinler görüyoruz. Bu sonu olmayan bir şey. Bunu yapan insanların böyle bir düşüncesizlikle hareket ettiklerini artık görmeleri gerekiyor.
Hem o şiddeti yaşamış insanlara insan olarak saygının, hem de Kürtlere o öz saygıyı bırakmanın bir yolu olarak bu dilin bırakılması gerekiyor.

Kürtler Kürt meselesini anlatacaklarsa popülist yollarla değil, sahici, hakkaniyetli çabalarla anlatmaları gerekir. Öbür türlü biz yüzyıl daha farklı farklı, sınırı olmayan mağduriyetler dinlemeye devam ederiz. Bu mağduriyetler ne Kürt meselesine dair çözüm dili üretiyor ne de Kürt meselesinin kaynağına dair sebep sunuyor ki o sebebi de gizliyor aslında. Kürtleri sadece mağduriyet üretebilen nesneler haline getiriyor. Bu durum aslında devlete de yardım ediyor.

-Devlete nasıl bir yardımı olabilir bu mağduriyet dilinin?
Meseleyi insan hakları ihlalleri sınırında tutuyor. Kürt meselesi sadece insan hakları ihlalleri değildir, Türkiye devleti insan hakları ihlalleri işlemese de Kürt meselesi olacaktı. Türkiye bir ulus devlet, Türkçü bir devlet olarak Kürt gerçeğiyle karşılaşacaktı. Dolayısıyla bu mağduriyet dili bunun da üzerini örtüyor.

- Türkiye’nin batısının Kürtlere ‘ilgisi’, Kürtlerin batıya olan bakışını nasıl etkiliyor peki?
Cumhuriyet’ten bugüne ana akım batı algısı Kürtleri Türk devlet söylemi nasılsa o çerçevede ele almıştır ve o çerçevede onunla uğraşmaya çalışmıştır. Bu, medyada Kürtlerin görünmemesi, Türk olarak resmedilmeleri, akademik çalışmalarda Kürtlerin yine Türkleştirilmeye çalıştırılması, bir Türk boyu olduklarının kanıtlanmaya çalışılması… Sinemada Kürtleri kategorize etmek, özne değil edilgen ve Türkiye devletinin modernleşmemiş, gelişmemiş tarafı olarak göstermek, askerde zaten Türk olarak görmek vs. Böyle bir batı performansı var. Dolayısıyla Kürtlerin batıya bakışı da bu performansın yansıması.

Kürtler, Türkleri devletleriyle bir ortaklık halinde giden bir topluluk olarak görüyorlar. Tabii bu bütün Kürtler için geçerli değil. Bu bakış yavaş yavaş bizim son zamanlarda Kürtlerin psikolojik olarak Türt devletiyle yaşadıkları kopuşta da kendini gösteriyor. Kürtler devlet siyasetini oluşturan tüm öznelerle bir kopuş yaşadı. Bunlar, medya, akademi, siyaset, popüler kültür… Kürtler her anlamda kendi kültürel üretimlerini kendileri yapmaya çalıştı. Kendi siyasetlerini kendileri örgütlemeye çalıştı. Bir tür kendine dönüş yaşadılar.

-Batı dedik ama senden de yola çıkarak bu kitap senin deneyimlerinden oluşuyor ve sen bir Kürt gazetecisi olarak Türk medyası içinde yer aldın uzun yıllar… O bakışları nasıl hissettin?

Genel olarak ne yazık ki çok devletçi bir yaklaşım görüyorum. Çok devletçi ve çok cesaretli olmaktan uzak gazetecilik ve aydın pratiği var. Türk medyası ve Türk düşünce kanalları Kürt meselesini anlamaya ve anlatmaya yetmiyor. Hem kapasite yetersiz hem de pratik olarak gücü de yok. Türk entelektüel sınıfının bu kapasitesinin olmamasının nedeni bir kere kendi ulus devletiyle gerçek bir muhasebeye girişmemiş olması. Hala kendini devlet olarak görüyor. Aydın, devlet ideolojisinin dışında olandır ama kendini oradan kurtarmış değil. Türkiye sınırları içinde düşünebiliyor ancak. Bu sadece Kürt meselesinde değil dünyayı algılamada da Türkiye’nin içine sıkışmış bir entelektüel bakış var. Türk ulus devlet varlığını tehdit eden -olumlu anlamda söylüyorum- bir Kürt meselesine geldiğinde o dilin içine iyice sıkışıyor ve bir kriz yaratıyor. Niyeti de bir kere devletçi, devletini korumak istiyor…

-Hepsi mi öyle?
Aydın üzerinden yapılan her tartışmanın böyle bir handikabı var. Aydın kimdir, kimden bahsediyoruz? Söylediklerim aslında ana akım için geçerli. Yoksa ana akımın dışına çıkmış çok değerli insanlar var. Bu insanların da çok değerli çalışmaları var. Topyekunculuk yapmak doğru değil. Ama İsmail Beşikçi bir sembol isim, İsmail Beşikçi’yi sembol haline getiren aslında İsmail Beşikçi gibi birilerinin olmaması. Beşikçi gibi Kürt toplumunun yaşadıklarını hakkaniyetli bir şekilde anlamaya çalışmış, bunun için çaba sarf etmiş insanların olmaması bizi böyle bir genellemeye götürebilir. İsmail Beşikçi 40 yılı aşkındır bu çabanın içinde, ama bu 40 yılda Beşikçi’yle yarışacak ikinci bir kişinin görünüyor olmaması bu genellemeyi kolaylaştırır. Hepsi demiyorum ama hepsine yakın diyorum.

 

-Kürt sorununu konuşuyoruz ama bugünden bakarsak çözüme dair bir ilerleme yok. Uludere katliamı aslında Kürt sorununda büyük bir çözümsüzlük örneği… Ne dersin?

Türkiye bir ulus devlettir. Bu ulus devlet, kimi yerde milliyetçi, kimi yerde ırkçılığa giden bir siyasi hat üzerinden ilerliyor. Türkiye’nin temel paradigması da bu Türkçü devlet projesi üzerine inşa edilmiştir. Ancak bu proje fiziki anlamda değilse bile psikolojik anlamda çöktü, Kürt krizi, PKK’nin 1980’lerden bu yana yürüttüğü mücadele, bu psikolojik çöküşün en açık göstergelerinden. Ancak öte yandan fiziki olarak da Türk ulus devleti 1923’lerdeki gibi sağlam duruyor. Bu proje, bu yapı bu sağlamlıkta durduğu sürece Kürt sorunu da bu krizli haliyle sürer. Uludere katliamının benzerleri 1990’larda yaşandı, 1980’lerde yaşandı. 1923 ile 1938 arası sadece 15 yıl içinde on binlerce Kürt öldürüldü. Türk ulus devlet projesi ayakta durduğu sürece Kürt sorunu da devam edecektir. Kürt sorunuyla ilgili, 1990’larda Türk siyaseti “bir karış toprak vermeyiz” üzerine kuruluydu, şimdi meselenin çehresi değişti, artık “bir karış güç” söz konusu… Türkiye katı merkeziyetçi yapısından Kürtlere de pay çıkartacaksa Kürt sorunu belki bir yoluna girer. Pay çıkartmayacaksa bu sorun devam eder.