Ali Deniz Uslu / Cumhuriyet-Pazar Dergi

Küçük İskender’e göre Gezi Direnişi’nden sonra bir şeyler değişmedi, dönüştü. Herkes kara kutusunu açtı. “Koyunları sağduyulu olmaya çağırarak pazara götüren çoban” bitti artık. Çocuklar da uyuyacağına uyandı. Masal ters tepti. Şair, yeni kitabı “Ali”de ise aşksız insan istemediğini anlatıyor. “Topyekûn devrime ne gerek var, biraz aşk, çokça denge bu çürümeyi, bağnazlığı durdurur” diyor.

- Şairin hayatı deliliğin başlangıcıdır belki de, sizin başlangıcınız neresi? Ya bitmemek için başlamadınız mı?

- Makul diye bir sözcüğün vesayeti altına girmişseniz, varlığınız hüküm verenlere engel olmaya başlamışsa sınırların özgürlük ve bağımsızlık gibi artık neredeyse içi boşaltılmış kavramlarla değil de tahammül ve kontrol altında tutulabilen refleksle çizilmesi kaçınılmazdır. Size kendi tanımladıkları özgürlük alanını bahşediyor, burada bağımsız ve özelsiniz deniyorsa hayati anlamlarınızla, toplumsal suretinizle, daha da önemlisi gelişme ihtimalinizle oynanıyor demektir. Bir karar verir ve ne işe yarıyorsanız, o yarar için zarar görmeye başlarsınız. Bu zaten kimlik sorumluluğudur. İnsan, fazla yanıt şıkkı olan bir soru değil. Soruyu doğru anlayabiliyorsak hem kendimiz, hem başkaları için, gerekirse bitme riski de taşıyan bir yanıt verebiliriz. İnsanlar çocuklarına ‘devrim’ adını koymaktan daha ileri gidebilir düşüncesindeyim; akıl diye bir organ yok. Onu tecrübelerde bulmak lazım.

- “Tanımlamak sınırlamaktır” O yüzden tanımları sevmiyorsunuz sanırım? Belki de şair kime denir değil de şair kime denmezin cevabı önemli?

- Şaire duygusal dedikçe onu ekarte etmiyor muyuz; dışarıda bırakmıyor muyuz? Buradaki duygusal yakıştırmasında sanki karışılan her ciddi olayda onun bir yerde mutlaka hata yapacağına gizli bir inanç, gücünü küçümseme ya da ‘sen haddini bil, otur şiirini yaz, bu meselelerle uğraşma’ edası var. ‘Şair kime denir’i, ‘kimlere şair diyerek aramıza almıyoruz’ şeklinde algılarsak toplumun genel yargısı netleşecektir. “Gogol Öldü Yaşasın Google” denen bir dünyada şairin papirüs üzerinden hâlâ yalnızca güzellikler hakkında ahkâm kesmesi, iktidarlar karşısında tedirgin edici yanını kaybetmesi biraz da gelecek ile ilişkisinin zedelenmiş olmasına bağlı. Ama şairin kanaat önderliği gibi bir saçmalıktan çoktan kurtulduğu da aşikar. Şair rehberliği bırakıp rençberliğe geçti mi, yüzümüz gülecek.

- Şair, partizan ve militan olmalı mıdır?

- Partizanlık bir seçim; ama şair militan yanını koruma altına almış olmak zorunda diye düşünüyorum. Hele Ortadoğu’da yaşıyorsa, bu kaçınılmaz. Rejimlerin oturabilmişliği halkın refahtan ve mutluluktan yana neredeyse talepsiz kalmışlığıyla koşut bence. Öyle bir huzur yaşanmalı ki herkes bundan yorgun düşmeli. Şair doğa, şiir insan içinse eğer en azından eşitliğin sempatizanı bile olunsa şimdilik yeter.

- Ülke, “körler ülkesi”. Vicdan kanseri yaşanıyor.

- “Kötü söz muhatabını bulur” diye bir ahkâm kesme yöntemi geliştirmişiz; “iyi sözün kimi bulacağı ise meçhul”. Polis, direnenlerin gözlerine kurşun ve fişek sıkarsa elbette “körler ülkesi” denir buraya. Zaten meseleleri duyu organlarıyla; görmemen için gözünü çıkartıyorlar, duymaman için kulak zarını patlatıyorlar, koku alamaman için gaz sıkıyorlar, tat almaman ve konuşamaman için gözaltına alıyorlar, değmemen için kelepçeliyorlar. Ve bunu ülkenin geleceği için yapıyorlar. Haldun Taner’in, Ionesco’nun bunları yerinde tespit edip büyük bir oyun yazmaları şarttı. Boris Vian, İmparatorluk Kuranlar oyununda lüzumsuz değerlerine kaskatı bağlıların yaklaşan gürültü ve direnişe karşı duydukları telaşa, panikle kaçışmalarına, bununla birlikte gitgide azalarak yok olmalarına değinse de bizim coğrafyayı maalesef es geçti grotesk. Olanlara bakıyorum da, kokoreç, fıskiye, penguen üçgenine kıstırdıklarını sandıkları bir nesli kendi arazilerindeki mezbahalara çekip öldürmeye girişmeleri ulusa sadakatsizliğin bir göstergesi sayılabilir mi? Devlet adına bu ülkenin nüfus kâğıdını taşıyan birini öldürmek ya da ölümüne sebebiyet vermek benim edebiyatımda açık açık vatan hainliği demek. İhanet ile vicdan da sadece bunlara tahin pekmez. Karıştırıp karıştırıp ekmek banarlar ancak. Akdeniz’e özgü fundamentalizmin Türkçeye çevrisi ancak bu kadar olabiliyor.

HERKES KARA KUTUSUNU AÇTI

- Nelerden korkarsınız?

- Eskiden “yalnız insan”dan korkardım; şimdi “yalnız ülke”den korkuyorum. Belki tek insanla başa çıkabilirsiniz de dünya üzerinde bir başına kalmaya mahkûm edilmiş ülkeler önce bir suç, ona uygun suçlu(lar), ardından da on(lar)a yakışacak bir ceza yaratma konusunda hüner sahibidirler. Yanlış anlaşılmasın; korkum kendime yönelik değil, failsizliğin yeniden gitgide artmasından ve bizlerin bunlardan bütünüyle habersiz kalmamız ihtimalinden korkuyorum.

- Ama Gezi Direnişi’nden insanlar korkmamayı öğrendi. Neler değişti sizce?

- Bir şey değişmedi; bir şeyler dönüştü. Herkes kara kutusunu açtı sonunda. Değişen şey özünü korur. Gördüğümüz öz başka artık. “Koyunları sağduyulu olmaya çağırarak pazara götüren çoban”ın hikâyesi bitti. Çocuklar uyuyacağına uyandı. Masal ters tepti. Gaz, tazyikli su, cop yeni kuşağın oyuncağı oldu. Kendilerini yukarıda sananlar bir zamanlar sevilmiyorlardı, artık nefret ediliyorlar. Eskiden dinlenmiyorlardı, artık kale alınmıyorlar. Gençler onların zerresinin bile olmadığı bir dünya peşine düştüler. Daha ne olsun?

- Gemi de kaptan da sizsiniz. Rotayı yönlendiren ne peki, fırtınalar mı, bozuk bir pusulamı?

- İnsanlık suçu işleyenleri muhatap almazsanız yönünüz zaten bellidir. Beni, benim gibileri herhangi bir olay esnasında başbakanla aynı masada fikir alışverişi yaparken görme ihtimaliniz nedir? Tebrik ederim; herkesin gardırobunda her an çağrılacağı bir davet için ütülü takım elbisesi varmış meğer. Gezi Parkı bunu da kanıtladı. Rotamız samimi bir birlikte yaşam modeli hep. Buna fırtına da müdahale eder, bozuk pusulalar da. Gemi sağlamsa kaptansız gitmeyi becerir zaten. Mürettebat sadece ayrıntı.

- “Küfür edebilmek” hakkımız var, olmalı değil mi?

- Küfrü hak edenler oldukça küfür edebilme hakkı korumamız altında kalacaktır. Nükteye de gerek yok – doğrudan, dolaysız. Neden rahatsız oluyorlarsa onlar bizim direniş aletlerimiz!

ŞAİR İKTİDARIN AYAĞINA GİTMEZ

- Bir başbakan; “benim valim, benim polisim, benim bakanım” der de “benim şairim” diyemez değil mi, umarım böyle bir gün görmeyiz...

- Görmedik mi? Uzlaşmacı, ara bulucu, şirin şairler Ankara’ya da gittiler. Onlar şiiri ‘duygu yüklü, zarif değinmeler, akıl oyunları’ sanadursun çocuklar barikatlara yardım edecek dost insan arıyorlardı. Şair kimsenin ayağına gitmez. Hele iktidarın ayağına hiç gitmez.

- Yeni şiir kitabınız “Ali”. Sormak saçma belki ama nedir derdi?

- “Memetler ölürken Aliler öldürülür bir coğrafya için” diye yazıldıydı kitabın arka kapağına. Sabahattin Ali de var bu acı cümlede, ne yazık kitap çıktıktan sonra kaybettiğimiz Ali İsmail Korkmaz da. Tabii, Hüseyinler, Ayşeler, Mustafalar, farklı din, cinsel yönelim ve etnik-milli kökenden olanlar da dahil bu Ali’ye. Aşksız insan istemiyorum bu topraklarda. Topyekûn devrime ne gerek var, biraz aşk, çokça denge bu çürümeyi, bağnazlığı durdurur.

- Son soru yerine son birkaç mısra, röportajın bıraktığı tortu neyin tadını veriyorsa...

- Keşke mümkün olsa. Ama artık şiirin kısmen sustuğu, yeni neslin bugün ayağa kalktığı yerdeyiz; şiirden çok onların söyleyecekleri şarkıları dinlemekten yanayım.