Semih Gümüş / Edebiyat Haber

Edebiyatın hayatımızdaki yeri üstüne düşündüğümüzde somut karşılıklar veremiyoruz ama bir yerimizde hissediyoruz ki, o olmasaydı olmazdı. Sonra gelen niçin sorusuna elle tutulur yanıtlarımız pek yok. Gelgelelim büyük romanların yüzlerce yıldan beri niçin okunduğunu sorduğumuz zaman, yanıtlara da ışık düşürmüş oluruz.

Don Quijote işe yaramasaydı dört yüz yıldan beri okunur muydu? Uğultulu Tepeler, Moby Dick, Kırmızı ve Siyah ya da Karamazov Kardeşler ya da adlarını bir çırpıda sayamayacağımız sayısız roman, yoksa unutulup gitmez miydi? Demek yaratıcıları kendilerinden çıkıp insanın yüzlerce yıl boyunca yeniden okunacak özünü, evrensel doğasını yakalamayı başarmış. Yaptıkları yalnızca kendilerini ilgilendirmemiş. Bugünün insanı, yüzlerce yıl önceki insandan epeyce başkalaşmışken hem de daha büyük bir tutkuyla ve etkilenerek okumayı sürdürüyorsa o romanları, var bir şey.

Daha ileri de gidebilirsiniz. Orada Latin şairlerine, örnekse İÖ 1. yüzyıl şairlerinin en çarpıcılarının belki ilki olan Romalı Catullus’a rastlayınca durun ve Alova ile Çiğdem Dürüşken’in Latince aslından çevirdikleri şu dizelere bakın:

“Ilık lodoslar getiriyor ilkbahar,

geceyle gündüzün eşit olduğu ânın yarattığı çılgınlık

yatışıyor batı yelinin tatlı esintisiyle,

...

Artık başıboş dolaşmak istiyor sabırsız kalbim,

sevinçli ayaklarım şevkle canlanıyor.

Ey, sevgili dost alayı, hoşça kalın,

uzaktaki evlerinden aynı anda yola çıkan bizleri

geri götürüyor başka başka yollar”

İki bin yüz yıl önce yazılmış bu dizeleri, günümüz şairlerinden biri yazmış gibi değil mi? Dile kolay geliyor. Oysa bu örneklerde edebiyatın başka hiçbir gücün sahip olamayacağı ilahi yaratıcılığıyla yoktan var ettiği bir gerçeklik var.

Yazınsal metinlerle aramızda canlı bir etkileşim kurulur. Metin orada tek sözcüğü bile değişmeden dururken onu zihnimizde yeniden anlamlandırarak yaptığımız okumalarda bize sürekli bir şeyler anlatır. Bu karşılıklı söyleşimden asıl biz yararlanırız ama bu arada metin de bizim okumalarımız sırasında kabarıp dalgalanır ve yazıldığı gibi durmaz. Ve her okumada karşısındakine farklı karşılıklar verir. Bu olmasaydı, yeniden ve yeniden okunmazdı.

Yazınsal metin ile okuru arasında bazen bir şimşek çakımında kurulur bu ilişki, bazen de kıyıda uzak dalgaları bekleriz. Bir buluşma mutlaka gerçekleşir, siz ona kendinizi açık tutmuşsanız. Bu karşılıklı etkileşim, kanlı canlı insanlarla insan yaratısıyla yapılmış ve orada sanki cansız duran metin arasında kurulabildiğine göre, o metnin canlı olmadığını düşünmekle yanıldığımız da görürüz.

Öyle ya, aynı doğadan gelmekle birlikte, bugünün insanı yüzlerce yıl önceki insan değil, ne onun gibi konuşuyor ne onun gibi düşünüyor, onun gibi hiç yaşamıyor. Oysa aynı metni alıp aynı gülümseyen yüzle ya da aynı hüzünle okuyor. Tuhaftır bu. Arada kurulan bu etkileşimin sonuçları elbette birbirinden bambaşka zamanlar ve mekânlar arasında farklı sonuçlar doğurur. Dedik ya, yoksa okunmayı sürdüremezlerdi.

Okumanın hep serinkanlı olması gerektiğini savundum. Kırk yıldır da böyle okuduğumu düşünürüm. Son zamanlarda okuduklarımın büyüsüne daha çok kapıldığımı, onlardan etkilendiğim için aynı öyküleri ve romanları yeniden ve yeniden okuduğumu görüyorum.

Yaşlanmanın getirdiği zayıflıktan mı, diye düşündüm. Değil. Okuduklarımı on yıllar boyunca hep çok doğru ve nitelikli biçimde okumaya koşullamışım kendimi. Gene de bir şey eksik kalmış ki tam şu yıllarda gerçekten okuduğumu görüyorum.

Bir edebiyat metninden büyülendiğiniz zaman çözümlemeden uzaklaşmaya, eleştirel bakışınız silinmeye, dolayısıyla o metnin çekim alanına kapılmaya başlarsınız. Bendeki, kesintisiz çözümleme refleksini derinlik sarhoşluğu içinde yaşamak gibi. Daha ne istenir.

Semih Gümüş'ün bu yazısı Edebiyat Haber'den alınmıştır. Gitmek için tıklayınız.