Sabit Fikir ve İstanbul Modern işbirliğiyle düzenlenen Sözünü Sakınmadan bir etkinliğe daha ev sahipliği yaptı. Samimi bir havada gerçekleşen söyleşide eleştirmenler Semih Gümüş ve Ömer Türkeş, 80'li yıllardan bu yana öykücülüğümüzün dikkat çeken isimlerinden Cemil Kavukçu’yu ağırladı.

Sözünü Sakınmadan’ın konuğu Cemil Kavukçu, 'öykü'yü 'kedi'ye benzetirken, üzerinde baskı kuran hiçbir işi sevmediğini söyledi: “Öykü kediye benzer. Kediyi, yalnızca sevilmek istediği sürece seversiniz. Sevilmek istemediği zaman ise tırmalar. Öykü de aynen böyle, kendini yazdırmak istiyorsa yazdırır. Yazdırmak istemediği zaman ne yaparsanız yapın, boş.”

“Romanda bir kurgu yaparsınız, taslağı hazırlarsınız; sonra her gün düzenli olarak çalışırsınız” diyen yazar, öykünün kendisi için bir coşku anı olduğunu ve roman gibi, üzerinde uzun süreli baskı kuran işleri sevmediğini söyledi. Kavukçu, yazmak için oturduğunda bazen bir öykünün tümünü, bazen bir sayfasını, bazen de bir cümlesini yazdığına da değindi: “Disipline gelemiyorum. Edebiyatımın hoşlandığım yanı da disiplinsiz olması.”

Yazamamaktan hiç korkmadığını dile getiren yazar, “o vakit gelince, tüm yazacaklarımı yazmışım demektir. Artık yazamayacak olmaktan değil, kendi kendimi kandırmaktan, yazacaklarım bittiği halde yazmaya çalışmaktan korkarım.”

“Edebiyata küsmüştüm, yazmayı bırakmak istedim”

İlk öykü kitabını Ankara’da kendi imkânlarıyla bastırdığını söyleyen Kavukçu, kitap satıldıkça parasını geri ödeyecek olan yayıncının “Çok ciddi bir dağıtım sorunumuz var. Ben sana kitapları vereyim, sen sat,” dediğini anlattı. Ancak Kavukçu’nun kitapları satması pek kolay olmamış: “Yayıncı bir koli kitap verdi bana. İşyerine götürdüm. İş arkadaşlarıma veriyorum. Teşekkür edip alıyorlar. Ben de para isteyemiyorum tabii. Nasıl satacağım?” Kavukçu, bu işlerin artık o yıllardaki kadar zor olmadığına değinirken, Ömer Türkeş ise sadece para karşılığında kitap basan pek çok yayınevinin kurumsallaştığına, kitap sayısındaki artışın bununla ilgili olduğuna dikkat çekti.

Kavukçu’nun edebiyat macerası dördüncü kitabına kadar kolay olmamış. İlk üç kitabından biri olan Patika’ya Varlık dergisi tarafından ödül verilmesine rağmen satılmamasının ardından yazmayı bırakmayı düşünmüş. Ancak artık kendi olanaklarıyla basmayı bırakmasını söyleyen bir arkadaşının tavsiyesi ile İstanbul’daki yayınevlerine kitaplarını gönderdikten sonra talihi dönmüş: “Pek çoğu cevap vermedi, biri basamayacağız dedi. En son Can Yayınları kaldı. Erdal Öz’ü aradım. ‘Dosyan Özdemir İnce’de’ diyerek telefonunu verdi. Aradım, ‘Bende o dosya. Ama daha bakmadım, 15 gün sonra ara’ dedi. Ben aramadan o aradı. Dosyamı okuduğunu ve beğendiğini söyledi. ‘İnşallah makus tarihin değişir’ dedi. Edebiyata küsmüştüm ve bırakma noktasındaydım.”

“Süslenmeden miyavlayamıyorum”


Kavukçu ilham kaynaklarını anlatırken, sinemaya olan sevgisine de değindi: “16 yaşında Rüzgar Gibi Geçti’yi izledim. Rhett Buttler karakterinden çok etkilendim, kendimi onun yerine koydum. Öyle ki, o yaşta bir Scarlett aramaya başladım. Sinemayı çok seviyordum ve oradaki karakterlerle özdeşleşiyordum. Ama benim tanıdığım insanları orada göremiyordum. Gözlemlediğim çok farklı bir yaşam vardı. Yaşadığım yerde, İnegöl’de, toplum dışına itilmiş insanların çok farklı bir dili vardı. Farklılık, kullandıkları sözcüklerde değildi. Bir örnek vereyim: “Süslenmeden miyavlayamıyorum”. “Süslenmek” ve “miyavlamak” sözcüklerini aynı cümlede kullanmamız istense, araya bir sürü başka kelime sokarız, ancak böyle yaparız. Ama İnegöl'de adam bunu böyle söylerken, ‘Biraz içmeden içimi dökemiyorum’ demek istiyor aslında. Bu dili bilmeyen insanlar bunu anlayamaz.”

Kavukçu, edebiyata küstüğü bir dönemde “Ben bunları yazdım ama demek ki yeterince iyi anlatamadım” diye düşündüğünü söylerken; Semih Gümüş, içinde yaşadığı dili öykü haline getiren Kavukçu’nun özellikle diyalog yazmadaki ustalığının altını çizdi.

Erkek dünyası


Kavukçu, öykü ve romanlarında fazla kadın olmadığı ve erkek dünyasını anlattığı yönünde kendisine yöneltilen eleştirilere şöyle cevap verdi: “İçinden çıktığım dünyayı yazıyorum, tanıdık erkekleri yazıyorum. Kasaba erkeklerini... Bir kadın karakteri, bir erkek kadar iyi çizemeyeceğim korkusu var. Aslında kadınlar da var kitaplarımda. Anne olarak var, kız kardeş olarak var... Belki de aşk temasını işlemediğim için öyle görünüyor.”

Yazar neden aşkı işlemediği yönünde gelen bir soruya ise, “Onu yazan çok, bir de ben yazmayayım,” diyerek cevap verdi.

Kavukçu, “Uzak” filminin senaryosunu, Nuri Bilge Ceylan’la birlikte yazarken Ceylan’ı senaryoda kadın bulunmadığı konusunda uyardığını anlatan keyifli bir anısını paylaştı: “Senaryoyu ilk okuduğumda Nuri Bilge Ceylan’a dedim ki ‘Kadın yok burada'. Düşünün, ben diyorum bunu! Sonra kadın koyduk senaryoya.”
“Kasaba benim için bir korku”

Söyleşide Kavukçu’nun edebiyatında 'kasaba'nın tuttuğu yer ve başka konulara geçerken sorun yaşayıp yaşamadığı da konuşuldu. Kavukçu kasabanın aslında kendisi için bir korku kaynağı olduğunu söyledi: “Çünkü orada kalırsam, ya da oraya dönersem, öykülerimde anlattığım karakterler gibi olacaktım. Önce içimdeki kasabayı yazarak boşalttım. Bu da 7-8 kitap sürdü. Ancak boşalınca o konudan çıktım.”

Romanlarında karakterlerinin güçlü olmasına rağmen; işlediği dönemin bulanık ve silik kaldığı yönündeki eleştirilere “dönem romanı yazmadığını” söyleyerek cevap veren Kavukçu, romancılıktan çok öykücülüğü sevdiğini, roman türünün pek çok açıdan kendisine uymadığını belirtti.