Resmi tarihçilerin karanlıkta bıraktıkları vakaların edebiyata uzun yıllar boyunca yansımayışında başka etkenler aranmalıdır. Ya devletten açıkça yana olmak ya da farkında olmadan egemen ideolojiye yakın durmak...

A. ÖMER TÜRKEŞ / Radikal

 

Son otuz yıldır Türkiye gündemini belirleyen Kürt meselesi bütün yakıcılığını korur, günler ölüm ve tutuklama haberleriyle akar, üstelik çözüm için hiç bir somut adım atılmazken Dersim’i tartışmaya açmak siyasete yön verenlerin bugünle başa çıkamadığını, somut gerçeklerden kaçarak tarihe sığındığını ya da demogoji yoluyla gündemi değiştirmek istediğini gösteriyor. Özür süreciyle başlayan tartışmalar, hem bugünü hem yakın geçmişi kuşatma seferberliğinden başka bir şey değil; bugünün siyasi sorumluluğunu geçmişin iktidarlarına atmak, kendisini geçmişin suçlarından arındırmak arzusu... Oysa Kürt meselesi Dersim’i de kapsayacak şekilde Osmanlıdan beridir kanayan bir yara, kesintisiz bir süreç! Öylesine dinmeden kanıyor ki, devletin kesintisizliğini de çıkarıyor ortaya; bir zamanlar Dersim halkına reva görülen muamele nedeniyle özür dileyenler, bugün aynı coğrafyada yaşayanlara uyguladıkları çok daha ağır baskıların ve şiddetin üzerini örtmeye çalışırken aslında eleştirdikleri tek parti hükümetinin gerçek mirasçısı olduklarını kanıtlıyorlar.


Kürt isyanları üzerine yapılmış araştırma ve yayın sayısının azlığı uzak geçmişi kuşatarak bugüne dair yeni bir söylem oluşturmak isteyenlerin işini kolaylaştırıyor. Elbette sorunu doğru kavrayan ya da kavramaya çalışan yayınlar yapılmış, ancak daha çok sosyalistlerin dergi ve gazetelerindeki yazılarla kısıtlı kalan bu türden yayınlar sadece bölücü avcılığına soyunan savcıların ilgi alanına girmiş, ne ana akım medyanın ne de toplumun ilgisini çekebilmiştir. Eskilerde DGM’lerin, şimdilerde özel yetkili mahkemelerinin gadrine uğramadan Kürt sorununa değinmenin yegane yolu kültürel alana iltica etmektir. Ne yazık ki bu alanda, özellikle edebiyatta da dişe dokunur bir şeyler bulmak çok zor. Oysa adalet duygusundan biraz olsun nasiplenmiş, biraz vicdan sahibi olan, insani acılara duygudaşlık edebilenler için haksız ve hukuksuz yaşamaya mahkum, iktisadi ve kültürel alanlarda mağdur, özgürlük taleplerine karşılık devlet katından büyük bir şiddete maruz insanları savunmak, bırakalım savunmayı hiç değilse acılarına bakmak o kadar da zor olmamalıydı. Öyleyse resmi tarihçilerin karanlıkta bıraktıkları vakaların edebiyata uzun yıllar boyunca yansımayışında başka etkenler aranmalıdır. Ya devletten açıkça yana olmak ya da farkında olmadan egemen ideolojisiye yakın durmak… 

İlk romanlar ilk isyanlar
Cumhuriyet romanı Osmanlı romanından bir kopuşu yaşamamıştı. Hatta, birkaç milli mücadele romanı dışında, Cumhuriyet’in ilk yıllarında üretilen metinlerin, -genellikle- Osmanlı dönemindeki temaları tekrarladığı görülür. Yani roman, diğer romanlardan miras aldığı bir gerçekliği geliştirip sürdürmüştür. Etnik meseleye, iç ve dış düşmanlara yaklaşım da aynıdır. Üstelik, Cumhuriyet ideolojisinin batılı giysilerine bürünen yazarlar için medeniyet iyiden iyiye fetişleşir bu yıllarda. Türk seçkinlerinin Kürt tasavvuru, kendi modern kimliklerini tarif etmek için çok uygun bir araçtır.
Altemur Kılıç’ın Dersim tartışmalarına müdahil olduğu –yakın tarihli- yazısına bakılırsa sözünü ettiğim araç hâlâ kullanılıyor. Şöyle demiş Kılıç; ‘Dersim başkaldırısı konusunda, aslen Kürt kökenli olan edebiyatçı romancı Esat Mahmut Karakurt’un bir romanı var: ‘Dağları Bekleyen Kız’... Başkaldırı esnasında bölgeye düşen Hava Kuvvetleri uçağının pilotu yüzbaşı ile onu kurtaran Kürt kızının aşkı… Ve sonra olanlar… Tavsiye ederim bulursanız okuyun.”


1934 yılında yayımlanan ‘Dağları Bekleyen Kız’, Dersim’i anlatmamakla birlikte Kürt isyanlarından esinlenmişliği nedeniyle ilgi alanımızda. Ama romandan önce Esat Mahmut Karakurt’un Kürtlerle ilgili düşüncelerini sergileyen bir yazısına bakacağız. Karakurt, 1 Eylül 1930 Akşam gazetesinde Kürtleri şöyle tanımlamış; ‘...bunlara aşağı yukarı vahşi denilebilir. Hayatlarında hiç bir şeyin farkına varmamışlardır. Bütün bildikleri sema ve kayadır. Bir ayı yavrusu nasıl yaşarsa o da öyle yaşar. İşte Ağrı’dakiler bu nevidendir. Şimdi siz tasavvur edin; bir kurdun, bir ayının bile dolaşmaya cesaret edemediği bu yalçın kayaların üzerinde yırtıcı bir hayvan hayatı yaşayanlar ne derece vahşidirler. Hayatlarında acımanın manasını öğrenememişlerdir. Hunhar, atılgan, vahşi ve yırtıcıdırlar... Çok alçaktırlar. yakaladıkları takdirde sizi bir kurşunla öldürmezler. Gözünüzü oyarlar, burnunuzu keserler, tırnaklarınızı sökerler ve öyle öldürürler!.. Kadınları da öyle imiş!”


İşte romanın konusu da bu şekilde. Pilot yüzbaşı ile vahşi Kürt kızının aşkı. Simgesel bir üstünlük ilikisi. Tesadüf diyenler için, aynı yıllarda yazılmış bir başka roman devam edebiliriz.

Mükerrem Kamil Su’nun 1934 tarihli ‘Sevgim ve Izdırabım’ında yine bir pilot ve ilkinden daha vahşi bir kız çıkacak karşımıza. Tayyaresi arızalanarak dağlara düşen erkek kahramanı masum bir Kürt kızının kurtarması, kızın kalp parçalıyan merbutiyeti nedeniyle kahramanımızın biçareyi yıllarca yanından ayıramaması, Kürt kızının da bir köle sadakati ile onun peşini bırakmayışı şeklinde özetlenebilecek hikayenin simgesel niteliği çok açık. Aslında kasıt yok; yazar toplumsal ideolojiyi toplumun bir parçası olarak sergilemiş. Güçlü ulusu erkeğin, zayıfı kadının temsil ettiği bu simgesel ırkçı aşağılama, kendi doğusuna oryantalist gözlüklerle bakan ‘Batılı’ Türk yazarların sömürgeci meslektaşlarından ödünç aldığı kılişeler… Bu kılişelein Cumhuriyet romanının ilk dönemine denk gelen Kürt isyanlarından söz eden hemen her romanda kullanıldığını, ancak söz eden sayısının bile çok az olduğunu ekleyelim..
Dersim’in Ağrı’nın, Koçgiri’nin, Sason’un ya da diğer isyanların edebiyata Cumhuriyet eliti içinde yer alan yazarların kaleminden aktarılmamasını kabul edebiliriz. Ama yoksulluk-zenginlik karşıtlığını, sömürüyü, hatta kürt köylüsünü konu eden, bu nedenle hapislere düşmeyi göze alan muhalif yazarların isyanlar ve isyanların bastırılması karşısndaki sessizliği tartışılmalıdır. Etnik meselelere tarafsız ya da baskı altındakilerden yana taraf olarak bakamamanın önemli bir nedeni Cumhuriyet yönetiminin getirdiği düşünce yasaklarıdır. İkinci ve daha önemli nedense o yıllarda Sovyetler Birliği’nin Türkiye Cumhuriyeti ile ilişkilerini bozmama ve Kürt topluluklarını feodal unsurlar olarak görüp önemsememe eğiliminin solcu Türk yazarlarında karşılık bulması… Mesela, Nazım Hikmet, İspanya İç Savaşı’nda ölenlere ağıtlar yakmış ama Ağrı’daki isyancılara, sonrasında Dersim isyanına hiç yer vermez şiirlerinde. Vedat Türkali, ‘Tek Kişilik Ölüm’ (1990) romanında, Türk solunun Kürtleri ihmal edişini, iki kuşak Türk solcusunu canlandıran anne ve oğul arasındaki diyaloglarda çok iyi vurgular. 

60’lardan sonra
Kürt isyanlarına farklı açıdan yaklaşan romanlar 1960’lı yıllardan sonra yazılmaya başlanır. Kemal Bilbaşar’ın 1966-68 yılları arasında yayınlanan ‘Cemo’ ve ‘Memo’, Demirtaş Ceyhun’un 1970 tarihli ‘Asya’ ve Kemal Tahir’in ‘Kurt Kanunu’ (1969) romanlarında Dersim, Şeyh Sait ve Ağrı isyanlarına yer verilmiştir. Kemal Tahir; gerçek vesikaları bir fon olarak kullanıyorum dediği romanında, Şeyh Sait isyanının arkasındaki İngiliz parmağından söz eder (edebiyatta bu parmağı gözümüze ilk sokan ‘Yezidin Kızı’ (1939) romanı ile Refik Halit Karay’dı) Kürt isyanlarıyla Türk’ü bölmek isteyen dış düşman arasındaki ilişki, tarihi bir paronaya olarak hem sağcı kesimin hem de millici solcuların roman ya da tarih metinlerinde sıklıkla tekrarlanır. Fark etmişsinizdir; tıpkı Kürtleri pre-modern görmek gibi, isyanların arkasında dış mihrakların varlığını aramak da kökü eskiler uzanan, günümüzde de sıklıkla kulanılan bir ‘düşünme’ tarzı ya da yapılanları mazur kılacak propoganda malzemesi... 

Muhafazakar yazarlar nerede?
Dersim isyanının edebiyatımızdaki ilk doyurucu hikayesini anlatan Kemal Bilbaşar’dı. ‘Cemo’ (1966) ve ‘Memo’ (1968) romanlarındaki devlet eleştirisinin eksik kaldığını idia edenler çıksa da, Bilbaşar kahramanı Memo özelinde, devletle barışık kalmaya çalışmasına rağmen bir türlü adam yerine konmayan Kürt köylüsünün giderek bilinçlenmesini ve isyanını işlemiştir. İsyanı İngiliz provakasyonu olarak nitelemez, en büyük sorumluluğu; kimisi zimmet suçundan, kimisi sahtecilikten, kimisi ırza tasalluttan, kimisi rüşvet almaktan Hozat’a sürülmüş erlerden kurulu Seyyar Jandarma Alayı’na verir.
71 darbesi atlatılıp Kürt sorununu telaffuz eden romanların sayısında büyük bir artış kaydedilmesine rağmen isyanları konu edinen yazar ismi vermek zor. Vereceğim isimlerin olaylara yaklaşımı da yüreklere su serpmiyor. Barbaros Baykara’nın 1974-1975 yıllarında yayımladığı ‘Dersim 1937’ ve ‘Dersim 1938’ ile Mustafa Yeşilova’nın ‘Kopo’ (1976) romanlarında anlatılan hikâyeler devleti mazur gösterecek –yukarıda sözünü ettiğim- propoganda malzemesi ile doldurulmuş.
Romanların edebi değerlerini tartışacak değilim. Önce bu romanların pek azının ismini duymuş olmanın, böylesi anlatılara ilgisiz kalmanın kendisi sorgulanmalıdır. Yazı içinde zaman zaman eksiklik ve ilgisizlik tespitleri yapmıştım. Umarım gözünüzden kaçmamıştır; Dersim’den söz eden bir tek sağcı/muhafazakar/İslamcı yazar ismi yer almıyor listemizde. Anlaşılan o ki meclis kürsülerinden edilen özürlerin bir kesimin zihninde, gerçekte hiç karşılığı bulunmuyor.

90’lardaki yaygın eğilim
80 darbesinden, Güneydoğuda ‘düşük yoğunluklu savaş” durumuna geçilmesinden sonra uzun süre isyandan dem vuran romanlar yazılmadı. İsyan zaten hayatın içindeydi ve bu içindelik hali geçmişin yeniden keşfedilmesine, geçmişin o uçucu gerçek imgesinin yakalanmasına yol açtı. ‘Tehlike ânında birden parlayıveren anıyı” ele geçirmişti Kürt yazarlar. Dersim özrü ile hükümetin yapmak istediğinin aksine, 90’lardan sonra yazılan romanlarda yaygın eğilim Dersim isyanı ile bugün yaşananları birleştirmek. Bugünün isyanının meşruiyetini geçmişteki isyanlarda aramak. Tarihten, belki de edebiyattan ziyade politikanın, en çok da geçmişle hesaplaşma arzusunun öne çıktığı romanlar okuyoruz. Şimdi sıralayacağım romanların yazarlarının çoğunun Dersimli olduğunu da eklemek gerekiyor.


Ali Arslan’ın ‘Serçe’ (1988), Munzur Çem’in ‘Gülümse Ey Dersim’ (3 cilt, 1990-2006), Haydar Işık’ın ‘Dersimli Memik Ağa’ (1990), ‘Dersim Tertelesi’ (1996) ve ‘Son Sığınma’ (2006), Hüseyin Karataş’ın ‘Bir İsyanın Türküsü’ (1991), Muzaffer Oruçoğlu’nun ‘Dersim’ (1997), Metin Aktaş’ın ‘Sürgün’ (2002) ve ‘Son Derviş’ (2009), Cafer Demir’in ‘Çıban’ (2004), ‘Sürgün’ (2007) ve ‘Umudu ve Tutkusuyla Kopo’ (2010), Sevim Anagür’ün ‘Dört Dağ İçinde’ (2007), Sema Kaygusuz’un ‘Yüzünde Bir Yer’ (2009), Caner Canerik’in ‘Gülazâre Bitmeyen Yolculuk’ (2009), Haydar Karataş’ın ‘Perperık-a Söe/Gece Kelebeği’ (2010), Remzi Aydın’ın ‘Sahipsiz Çığlıklar’ (2010) ve ‘Toprak Dile Geldi’ (2011), Yılmaz Akbulut’un ‘Dersimin Dikeni’ (2011), Ali Bertal Yiğit’in ‘Çığlık’ (2011) romanlarında öncesi-sonrası, yaşlısı-çocuğu, kadını-erkeği ile Dersim’den, Dersim isyanından söz ediliyor…