A. Ömer Türkeş / Sabit Fikir

 

“Bugün Dersim’le ilgili hikayeleri okurken utanç ve öfke duyuyorsak eğer, kendimiz hala mağdur hissediyorsak, bu tarihle yüzleşemediğimiz içindir.”

 

Bir Dersim Hikayesi’nin önsözünde Murathan Mungan böyle bir kitabın ortaya çıkış nedenini şöyle özetliyor: “Kendisi farkında olsun ya da olmasın bu ülkede herkesin bir Dersim hikayesi vardır. İlle de içinde olmaları gerekmez. Bazen bir ucunun kendisine değdiğini bile bilmeden yaşayıp gitmişlerdir. Ben de bu kitap için yazarlardan bunu istedim: Bir Dersim hikayesi anlatmalarını...”

 

Ahmet Büke, Yalçın Tosun, Ayhan Geçgin, Cemil Kavukçu, Behçet Çelik, Ayfer Tunç, Burhan Sönmez, Hatice Meryem, Şule Gürbüz, Hakan Günday, Ayşegül Çelik, Haydar Karataş, Murat Yalçın, Murat Uyurkulak, Gaye Boralıoğlu, Karin Karakaşlı, Sema Kaygusuz, Yavuz Ekinci, Seray Şahiner, Murat Özyaşar, Jaklin Çelik, Gönül Kıvılcım ve Barış Bıçakçı… Onlar da Mungan’ın çağrısına yanıt vermişler ve kendi Dersim hikayelerini anlatmışlar. Böylelikle 1938 Dersim katliamını, açtığı yaraları, bellekte bıraktığı izleri yansıtan tematik bir kitap çıkmış ortaya.

 

DEHŞETİN VE İMHANIN YAŞANDIĞI YER: DERSİM

Çizim: Onur Atay

Kimi yazar doğrudan 1938’de meydana gelen olaylar üzerinde durmuş, kimisi olayın birinci dereceden tanıklıklarının yaşadığı travmalara yoğunlaşmış, pek çok yazar da yalan ve suskunlukla kuşatılan bu felaketi rastlantıyla öğrenen yeni kuşakların algılarını ele almış. Kitapta yer alan öyküler herkesin bir Dersim hikayesi olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.

 

Öyküler üzerinde teker teker durmaya gerek duymuyorum. Sadece edebiyat açısından çok doyurucu bir öykü seçkisi olduğunu söylemekle yetineceğim. Doyuruculuğun ötesinde, çok da etkileyici hikayeler. Tıpkı başka zulüm hikayeleri karşısında hissedilebilecek türden bir etkilenme, etkilenmenin yanına gerçek bir dehşet görüntüsüne yakından bak­manın yarattığı utanç duygusunu ilave etmeli.

 

İnsanın insana yaptığı zulmün sergilendiği her yerde –edebiyatta, sinemada, resimde- çelişkili bir durumla yüz yüze kalırız; seyirci olmak ya da o görüntüye bakamayan bir korkak. İnsan gibi insan olmak, yani olayın mağdurlarıyla empati kurmak, tarihle yüzleşmek, sorumlulardan hesap sormak ve gecikmiş de olsa adaleti talep etmek ise başka bir seçenek. Bir Dersim Hikayesi’ndeki öyküler işte bu seçeneğe zorluyor okuyucuyu.

 

Geçtiğimiz aylarda ansızın tartışmaya açılan Dersim katliamı açıldığı hızla kapanmış, Dersim bir kez daha tarihin ve belleklerin derinlerine yollanmıştı. Şaşırmadık; son otuz yıldır Türkiye gündemini belirleyen Kürt meselesi hiçbir çözüm üretilmeksizin bütün yakıcılığını korur, Uludere katliamının hesabı verilmezken Dersim’i gündeme getirmek hem bugünü hem yakın geçmişi kuşatma seferberliğinden, siyasi bir manevradan başka bir şey değildi. Gerçekse bambaşka; bu coğrafyada ‘acıların ikonografisinin uzun bir geçmişi, deyiş yerin­deyse bir soyağacı var’. Kürt meselesi Dersim’i de kapsayacak şekilde Osmanlı’dan beridir kanayan bir yara, kesintisiz bir süreç. Bu öylesine bir yara ki devletin kesintisizliğini de çıkarıyor ortaya.  20. yüzyıl ‘Ermeni Tehciri’ ile başlayan, İstiklal Mahkemeleri, Kürt isyanları ve tenkil-tedip hareketleri ile süren, 6/7 Eylül olaylarıyla, Kanlı Pazarlarla sıcak tutulan, 1977’nin kanlı ‘1 Mayıs’ı, Maraş ve Sivas katliamları, 12 Mart 12 Eylül darbelerinin işkecehaneleri ve idam sehpaları, fail-i meçhuller ve Güneydoğu’da 30 yıldır sürdürülen gayrı nizami savaşla zirvesine ulaşan bir dolu dehşet ve imha hikayesi ile dolu. Ve bütün bunlarla hiç yüzleşilmedi.

 

Resmi tarihin, siyaset erbaplarının, bu kanlı mirasa sahip çıkanların bilerek ve isteyerek giriştiği bu insanlık dışı vakalarla yüzleşmekten kaçınması anlaşılır bir durum. Ne yazık ki yüzleşme konusunda Türk edebiyatının bilançosu da hiç parlak sayılmaz. 12 Mart ve 12 Eylül anlatılarını bir kenara bıraktığımızda, insanın insana ettiğini, siyasi ya da toplumsal şiddeti, şiddetin mağdurlarını ele alan güçlü örneklere rastlayamıyoruz. Oysa söz konu şiddeti yaşayanların insan eliyle yaratılmış bu facialarla baş etmek için hikayelere ihtiyaçları vardı. Sadece mağdurların değil, bellek yitimi ile malul bütün toplumun ihtiyacıydı o hikayeler. Bastırılmış bir geçmiş, boşaltılmış bir bellek hem kurbanları ikinci kez kurban etmiş hem de toplumu sürekli bilinçaltının hayaletleriyle baş başa bırakmıştır. Bugün Dersim’le ilgili hikayeleri okurken utanç ve öfke duyuyorsak eğer, kendimiz hala mağdur hissediyorsak, bu tarihle yüzleşemediğimiz içindir.

 

MANİFESTO OLARAK “BİR DERSİM HİKAYESİ”

Çizim: Onur Atay

 

Bir Dersim Hikayesi’ndeki öyküler işte bu durumu ortaya koyuyor; hem ikinci kez kurban edilen mağdurlar, hem hayaletlerle boğuşan bir toplum.  Sadece Dersimlileri değil, o harekatta yer alanları da kapsayan bir genişlikte söylüyorum, öykülerdeki mağdurlar belleklerinin içinde hapsolmuş, sonsuz bir çemberde takılıp kalmışlar. Maruz kaldıkları şiddetin anlaşılamayacağı, acılarını paylaşamayacakları korkusuyla, dışarıdaki hayata bağlanmaktan vazgeçiyorlar. Vazgeçiyorlar çünkü savaşta ya da terör olaylarında karşılaşılan aşırı şiddet ki­şisel kimliği parçalayan ve ilişkileri sürdürme yeteneğini büyük öl­çüde yıpratan travmalara yol açabiliyor; şiddet anı­ ve sonrası sessizlikle kuşatılırken anlamlandırma sistemi de çöküyor. Bu türden bir şiddetin sonrasında sağ kalan için gelecek nasıl imkansız görünürse, geçmişe dönmek de öylesine imkansız. Travmanın zihinde bıraktığı iz öylesine derin, katliamın imgesi öylesine güçlü ve katı ki, üzerine hayatın yeni ve renkli imgeleri eklenemiyor, acı soğurulamıyor, felç edici etkisini sürdürüyor.

 

Bu kitapta ‘dehşetin ve imhanın yaşandığı, ancak kendiliğini yitirenlerin sağ kalabileceği, yer olmaktan çıkmış yerlere dönmeyi gerektiren ya­şam öyküleri’ okuyacaksınız. Acı ve suskunluk, öfke ve çaresizlik duyguları hikayeler aracılığıyla sizlere de yansıyacak. Ve işte o zaman anlayacaksınız; aslında sizin de bir Dersim hikayeniz var. İster mağdurdan yana ister zalimden, aslında hepimizin Tehcir’e, Dersim’e, Maraş’a, askeri darbelere, işkencelere, şiddete dair bastırılmış hikayelerimiz var. Yaraların sarılması için bu hikayelerin dillendirilmesi gerekiyor. Bir Dersim Hikayesi’ndeki öyküler 1938’den bugünlere uzanan bir süreci hem dillendirip yargılayarak hem de okuyucunun o şiddeti yaşayanlara duygudaşlık etmesini sağlayarak bu ihtiyacı bir nebze olsun gideriyor.

 

Murathan Mungan kitabı hazırlarken bir grup yazara çağrı yapmış. Ancak kitabın kendisi bir edebiyat anlayışını öne çıkaran daha genel bir çağrıdır ve edebiyat ortamına bir müdahale olarak düşülmelidir. Biraz açalım: Bugün Türkiye’de sanat ve edebiyat iki ayrı koldan akıyor.  Bir yanda popüler kültürden beslenen, toplumsal gerçeklere kör, acılı seslere sağır olmakla kalmayıp okuyucusuna da sadece bir kaçış fırsatı sağlayan ticari faaliyetler var. Öte yanda geçmişi ve geleceği ile bu coğrafyanın gerçeklerini görmek isteyen, toplumun ve bireylerin gerçek sorunlarını yansıtmak isteyenler.

Edebiyatı eğlencelik olmaktan çıkarıp insanın entelektüel ve sanatsal yaratımının bir ürünü olarak gören bu anlayışta dokunulmayacak kutsallıklar, tabular, ülkenin yüce menfaatleri gibi yalanlar yok. Yalan paradoksuyla, yani kurmacalığının farkındalığıyla roman ve hikayeler gerçeği sorgulamanın, gerçeğin görünmez yüzünü açığa çıkarmanın, insanlara ve olaylara varlık ve ağırlık katmanın özel bir aracıdır. Kurmaca metinler - Fuentes’in deyişi ile-  “Dünyada eksik olanı, dünyanın unuttuğunu, ulaşmayı umduğunu ve belki de hiç ulaşamayacağını icat eder.” Ve son olarak ‘edebiyat tarihin unuttuğunu gerçek kılar. Ve tarih olmuş olanlar olduğundan edebiyat, tarihin neler olmadığını gösterir.’

 

Hatırlamayı yasaklı hale getirmiş bir devlet yönetimi altında, geçmişin acı deneyimleriyle ilişkisini ‘unutma’, daha doğrusu ‘bastırma’ üzerine kurmuş bir toplumda yaşarken edebiyatın yüklenmesi gereken görevlerden birisi belleği uyanık tutmaktır. İşte böyle bir fikriyat etrafında toplanan yazarların ortak ürünü olarak Bir Dersim Hikayesi tarihin kara deliklerinden birisini edebiyatın gücüyle aydınlatıyor; bir daha yaşanmasın diye.

 

Son sözü yine Murathan Mungan’a bırakalım; “Bilirsiniz: İnsandan daha uzun yaşar kemikleri. Dillerini ne kadar toprağa gömerseniz gömün, kelimelerin kemiklerini örtecek toprak yoktur. Gün gelir, yazılır, söylenirler…”