Emine Özkaya

"Dağ, çaresiz insanın sığınağıdır."

Sığınamayanlar, Aytekin Yılmaz'ın ilk kitabı Labirentin Sonu (2003) Dağbozumu (2011) Yoldaşını Öldürmek (2014) üçlemesinin bir devamı gibi görünse de, bir o kadar da farklı. Şöyle ki, hapishanenin mağdurları sadece siyasi mahkumlar değil. Translar, mafya babaları, tecavüzcüler, pişmanlık yasasına sığınmak zorunda bırakılan siyasiler de dahil, toplumun her kesiminden insanın kaldığı altıyüz kişiyi kapsayan bir yer. Kimileri koğuşlarda, kimileriyse hücrelerde kalırlar. Roman, bu hapishanenin tarihi, fiziksel yapısı, idari sistemi ve "konuklarının" hikayelerini içeriyor.

Bu hikayelerin en çarpıcısı ve sürprizi, edebi bir dil ve kurguyla romana dahil edilen Sadık'ın içler acısı hikayesidir. Bu hikayenin konusuna daha sonra değineceğim. Diğer farklılık ise, dağların dile gelişidir. Çoğu kadın sadece devletin baskısı değil, aile içindeki, toplum içindeki baskıdan da kaçarak dağa sığınmıştır. Kurtuluşlarının, sosyalizm, devrim mücadelesinin içinden geçeceğine inanmışlardır. Aralarında çok sayıda köylü kadın da vardır. Gel gör ki, dağın adaleti de eşit değildir kadınlara karşı. Savaşın getirdiği stres bir yana, regl olduklarında pet ve benzeri temel ihtiyaçların giderilememesi, regle sancılarının verdiği ıstırap gibi, binbir sorunla karşı karşıyadırlar.

Buna ilaveten, erkek yoldaşlarının kadın bedenini anlamaktan yoksun tavırları da eklenince, dağda kadın olmak iki kat zorlaşır. Romanın kahramanlarından Sara'nın deyişiyle, "O çok güvendiğim dağların büyüsü bozulmuş, masumiyetini kaybetmişti."(s.220)

Çoğumuzun aklına dağ denince bir Che Guevara hayali gelir. Peki, Che Guevaralar masum mu?

Bu soruyu yanıtlamak hiç kolay değil. Yazar da öyle bir aceleciliğe hiç düşmemiş. Karşımızda vicdanlı bir kalem var. Sadece yaşadıklarını değil, tanıklıklarını da çekinmeden ortaya koyuyor. A.Yılmaz'ın, her satırında yaşadıklarını sorguladığı gibi, adım, adım vicdanına doğru yol alışını da izliyoruz. Bu yol alışta, devletin, örgütlerin eleştirisinden daha çok, bu iki çarkın içinde kaybolan, yaşama sevinci söndürülmüş bireylerin, cılız da olsa bir umuda, hayata geri dönme, sığınma mücadelelerinin epik hikayesine tanık oluyoruz. Daha özgür, daha insanca bir yaşam uğruna, devlete, içinde yaşadıkları sisteme başkaldırmış, ama ne yazık ki, kendilerini başka bir çıkmazın içinde bulmuş, hayallerini dağlarda, taşlarda yitiren insanların dramı. Besna'nın çığlığında ifade ettiği gibi:

"Dağlarda 15 yıl savaştım, vurdum vuruldum. Ama asıl direnişi o günlerde örgüte karşı verdim." (s.260)

Stalin döneminde yargılanan muhalifleri çoğumuz (Moskova Duruşmaları, 1938) hatırlayacaktır. Partiye karşı ihanetle yargılanan bu devrimciler, mahkeme önünde "suçlarını" itiraf ederler. Batılı gazetecilere de açık, düzmece bir mahkemedir oysa. Partinin kutsallığına öyle inanmışlardır ki, parti ne yaparsa doğru yapıyordur. Sorgulamazlar. Bukharin de dahil, Sovyet Devrimi’nde emeği geçmiş nice insan bu ve benzeri yargılamalar sonucu idam edilir. Şanslı olanlar Sibirya'ya sürgüne yollanır, toplama kamplarında telef olur. Burjuva mahkemeleri diyerek küçümsedikleri temel insan hakları hukukundan da yoksundur bu "devrimci, halk mahkemeleri". Bırakın avukatı, kendinizi savunmanıza dahi izin yoktur.

Kısacası partiye kayıtsız şartsız teslim olmak neyse, sol örgütlerin iç işleyişleri de bu tür hiyerarşiye dayanır. Günün her saatini, anını partiye adamaları istenir insanlardan. Rüyalarını dahi denetim altına alırlar. Otuzbir çekmek yasaktır. Aşık olmak yasaktır. "Objektif ajanlık" denir bu tür "sapmalara".

"Aşkı devrimden sonraya erteleyen bir devrimin içinde yer almak istemiyorum." (s.87) dediği için, Elif "yoz ilişki" suçundan yargılanır ve intihar etmek zorunda kalır. Erkeklerle kıyaslayınca, Elif gibi, romanda adı geçen kadınların çoğu daha cesurdur duygusal ilişkilerde. Her şeye rağmen, yaşama arzusunu, sevmeyi tatil etmeme noktasında direnirler. Mesela Elif'in sevgilisi Fırat, partiye teslim olur. Fakat, Elif'in intiharını öğrenince, vicdan azabına dayanamayıp Elif'in peşine düşer. Kaçar ve sonunda kendisini hapiste, örgüt koğuşunda bulur. Orada da işkencede çözüldüğü ve bir kadını devrimden çok önemsediği gerekçesiyle "uygulama" cezasına çarptırılır. Ayrı bir hücreye kapatılır, kimse kendisiyle konuşmaz ama, başında hep bir "yoldaşı" nöbet tutar. Kimsenin kimseye güvenmediği, yoldaşın yoldaşa gözetletildiği, ihbarcılığın teşvik edildiği ortamlardır bu "iç hapishaneler". Bu iç hapishanelerde ölen, intihar edenler olduğu gibi, dağda da benzer olaylar yaşanır.

İlginç olan şu ki, devletin öldürdüğü faili meçhul cinayetlerin hesabını soran (Cumartesi Anneleri, Roboski Anneleri) insan hakları oluşumları, bu konuda bir araştırma yapmamış, yapamamışlardır. Bu konuların sırası hala gelmemiştir ne yazık!

TRANS MAHPUSLARA GELİNCE…

Devletin tutumu kadar, sol örgütler tarafından da tecrit edilirler. Oh olsundur ibnelere! Sol örgütler koğuşlarda, kendi kurdukları hapishane içinde "özerk hapishaneler"de kalırken, bunlara koğuş dahi verilmez. Hücrelere tıkılırlar. Saçları başları kesilir. Asgari sağlık hizmetlerinden yararlanamazlar. Ve bir gün iki transın saçı kesilir. Translar "kahrolsun işkence" sesleriyle dayanışma gösterirler arkadaşlarıyla. İşkenceye direnmek için bir sol ideolojiye ihtiyacın olmadığının da bir göstergesidir bu başkaldırı.

Bu sahneyi okuduğumda, Hektor Babenco'nun yönettiği Carandiru filmi geldi aklıma. Brezilya'nın en berbat hapishanesinin bir koğuşu da geylere (homoseksüeller) aittir. Burada düğün bile yapılır. Ne yazık ki Türkiye hapishanelerindeki örgütlerdeki cinsiyetçiliğin neredeyse dünyada bir örneği yoktur.

18 yaşındaki Meryem'in idama mahkum edilmesi de buna başka bir örnektir.

Örgütte önemi tartışılmaz bir kamp komutanından hamile kalan Meryem, beline kuşak sararak beş ay saklar bu durumu. Sonunda ortaya çıkar, birkaç kadının baskısıyla olay araştırılır ama, iki erkek kamp komutanının işbirliğiyle kadınların sesi bastırılıp, Meryem, uçkuruna, namusuna sahip olamadığından dolayı ölüme mahkum edilir. Oysa zor yoluyla "rızalı tecavüz" söz konusudur.

Tıpkı 12 Eylül mahkemeleri gibi, çocukları idam eder bu yapılar. İnsanlar özgürleşme uğruna çıkmışlardır bu yola ama, köleleşerek, üst otoritiye boyun eğerek, hem yaşamları, hem hayalleri söndürülmüş, bir çoğu ölmüş, intihar etmiştir. Mezarı dahi bilinmeyenleri belki başka bir kitap ortaya çıkarır...

"GEÇMİŞ SESSİZ BİR ŞEY DEĞİLDİR"

Bu örgütlerin kadın iradesini, düşüncesini, bedenini hiçe saymasına rağmen, kadınlar yine de direnmişlerdir. 8 Mart'ta, 200 kadını aşan bir seminer örgütleyebilmişlerdir. Gerçi bu seminerin öz inisiyatifi yukarıdan bastırılmıştır ama, kısmen de olsa kadınlar kendi ihtiyaçlarını, deneyimlerini konuşmuşlardır.

Örgütlerdeki cinsiyetçilik, erkek tavrı, toplumdakinin aynısıdır. Okudukça şaşırmıyor insan.

Geçelim Sadık'ın içler acısı hikayesine:

Hikaye, sol bir örgütün dağda, uyduruk bir mahkemeyle, yoldaşı yoldaşına öldürtmesiyle başlar. Aytekin Yılmaz’ın, F.M. Dostoveyski ustalığıyla kurgulayıp, kitaba sindirdiği bu hikaye, gerçeğin ta kendisidir! Beni sarsan yanı da bu hikayenin kahramanını mektuplaşmak yoluyla tanımış olmam.

1990'larda, Anarchist Black Cross adlı, ( Haspishanelerdeki Anarşist Mahpuslarla Dayanışma Örgütü) gönüllülerden oluşan örgütle çalışıyordum. İngiltere ve başka ülkelerdeki mahpuslarla (Black Panterlerden Abu Cemal da dahil) iletişim kuruyor, mektup, kitap gibi ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyorduk. Bu süreçte Osman Evcan'dan da haberim oldu. Sol bir örgüt üyesi olmaktan hüküm giymişti. Elbette benim için hükümlü olması ön plandaydı. Anarşist olup olmadığına bakmadan dayanışma yapmaya çalıştım. Osman zaman içinde kendisini geliştirdi ve 15 yıldır da kendi deyimiyle vegan bir anarşist. Bırakın insanı incitmeyi, hayvan sütü, yumurtası dahi yemeyen bir insan. 25 yıldır içerde. Bu yılları çok zor yaşadığını, çeşitli kereler açlık grevi yaptığını biliyorum.

Benim için bilinmeyen ve kitabı okuduktan sonra, Aytekin Yılmaz'ın facebook sayfasında gördüğüm haber. Haberi görür görmez telefona sarılıp Yılmaz'ı aradım. O da okuduğumu doğruladı. Meğer Osman Evcan, 2011 yılında Aytekin Yılmaz'a bir mektup yazar. Bu mektupla neden hüküm giydiğini en ince ayrıntısına kadar anlatır ve Sığınamayanlar'da Osman adının kullanılmasını da ister. Aytekin Yılmaz buna rağmen yine de Sadık adını tercih eder. Böyle yazışmışlar. Fakat roman yayımlanınca Sadık’ın Osman Evcan olduğu anlaşılır. Belki de 25 yıl çektiği azaba dayanamadı. Önemli olan başkalarının bilmesi değil, kendisinin geçmişiyle yüzleşmesi ki, Osman Evcan bunu fazlasıyla yapmış, bedelini ödemiştir.

Benim için ilginç olan, haberi aniden duyunca, Sadık (Osman Evcan) hikayesi ile tanıdığım Osman Evcan'ı birleştirememe. Oysa onun yerinde herhangi birimiz de olabilirdi. Yine de insan kısa bir süre de olsa şaşırıyor...

İnsanı çeşitli sorular sormaya maruz bırakan bir durum. Karıncayı bile incitmez dediğimiz bir insanın, bir gün karşınıza katil olarak çıkıvermesi. Hiç aklıma gelmezdi bu durum. İlk kez okuduğum romanın kahramanıyla tanışık çıkıyorum. Roman kurgusunu aşan bir ruh haline kapılmadım desem yalan olur. Ve düşündüm; belki yakınlarımda gerçek hikayesini bilmediğim nice insanlar vardır..

Bu durumda ne yapacağız?

Örneğin Peter Kropotkin; bir Rus prensiyken anarşist saflara gelmiştir. Bunun tersine gidenler de olmuştur. Ya da, daha dün faşist iken, bugün karşımıza dünleriyle hesaplaşmış bir arkadaşımız da olabilir, oldu da. Bunları anlıyorum. İki Osman var karşımda. Birisi, o günkü bilinciyle örgüte Allah gibi tapan, inanmış, iradesini terk etmiş Osman. Diğeri de bunu fark eder etmez "pişmanlık yasasına" sığınmadan, vicdanıyla, adalet duygusuyla, empatiyle, cezasını kendi elleriyle veren bugünkü Osman. Elbette ki, geçmişinden dolayı Osman'la ilgili yoldaşlık duygularım değişmedi, değişmeyecek.

Sığınamayanlar, okunması ağır bir kitap; her bakımdan. Her bir hikayesi önü açık sorular yumağı. Özellikle, özgürlük, demokrasi, insan hakları, kadın hakları, cinsiyetçilik, devrim, yurtseverlik, örgütlenme. Masumiyet, suç, ceza gibi konularda...

Diyelim insanlara karşı adalet anlayışımız, devlet ve kendi içinde birer devlet olmaya özenmiş kitapta konu edilen örgütler gibi, ön yargılı, kuşkucu, bireyin ifade ve düşünce özgürlüğünü hiçe sayan, iradesini çiğneyen bir zihniyetten uzak. Düşünsel olarak böyledir. Pratikte bu inandığımız kriterleri uygulayabilecek miyiz?

Bunları somut belirlemek her duruma uyar mı?

Örneğin, Amerikalı anarşist Voltairine de Cleyre (Sel Yayınları, 1998, çev. Emine Özkaya) canına kıymaya kalkan suikastçısını affetmiş, şikayetçi olmamıştır. Yoldaşından şiddet görse ne yapardı acaba?

Kenan Evren, Franco, Hitler, Saddam gibi diktatörleri düşündüğümde, toplumsal vicdanın bunları mahkum ettiğini görüyoruz. Haksızlıkların giderilmesi talebini görüyoruz. Başka türlü nasıl sarılır ki yaralar?

Aynı şeyi, devrim, özgürlük, işkence ve zulme karşı savaştığını söyleyen örgütlerin işlediği suçlar konusunda düşünebilir miyiz?

Belki... Ancak, çekilen acıların, haksızlığın bir bedeli olmalı kalplerin soğuması için. Yaraların sarılması için. Belki kaybedilen zamanı, yitik hayalleri geri getirmez ama, siyasi suçlu diye yargılanan, öldürülenlerin itibarlarının geri iade edilmesi söz konusudur.

Aytekin Yılmaz, Sefiller romanının kahramanı Jean Valjean "iyimserliğiyle" yaklaşıyor olaya. Prensip olarak hoş geliyor kulağa ama, her durumda bu iyimserliği gösterebilir mi insan?

Elbette ki, kin, intikam gibi duygular söz konusu olamaz. Affedebilir ama unutmayız. Affetmek için de karşı tarafın yaptığı haksızlığı sorguladığını, vicdanında tartıp, samimi bir özeleştiri yaptığını görmemiz, inanmamız gerek. Kimse kimseyi yaralayıp elini kolunu sallayarak gezmemeli.

Ayrıca öldürmek sadece fiziksel değildir. Yaşama arzularını, hayallerini söndürmek de bir çeşit öldürmedir. İnsanı kahreden de bu yaşayamadığı hayallerdir. Bir gerillanın deyişiyle, "hayallerimi dağa gömdüm". Hayalsiz kalması da bir ölümdür insanın.

Yine kitabın kadın kahramanı Sara'nın yaşadığı bir olaya dönersek. Aşık olduğu sevgilisi Hejar tarafından örgüte ihbar edilen Sara, çok zor durumda kalır. "Yoz ilişki" nedeniyle yargılanacak, ya da başka bir erkeğe boyun eğecektir.

Sara hapiste birçok şeyi sorgular, yüzleşir. Örgütün yetersizliğini, yanlışını değerlendirir. Anlamaya çalışır. Sonuçta örgüt de devlet gibi ruhsuz bir kurumdur. Vicdansız.

Fakat, aşkına ihanet eden sevgilisini bağışlamaz ve cezalandırır. Duygularını şöyle ifade eder:

"Dağ başında, savaşın içinde dürüstlük yaptığını sanarak bir kadını incitmenin bir karşılığı olmalıydı." (s.218)

Evimize giren hırsızı bağışlayabiliriz. Polise kızarız, öfkeleniriz.. Ne yapsa bizi bir yakınımız kadar yaralayamaz. Esas, dost, sevgili, yoldaş bilip sarıldığımız, sevdiğimiz ilişkiler yaralar insanı.

Osman Evcan örneğinde olduğu gibi, bedeli ödenen her günah masumdur.