İroniyle karışık, bir “kar, kaz ve kaşar şehri” olarak adlandırabileceğimiz Kars, tarihe ve kara doyabileceğiniz serhat ilimiz. Şehrin merkezi bile yaklaşık olarak 1.800 metrede yer alıyor. İstanbul’a 1430 kilometre uzaklıkta, uçakla ise 1 saat 45 dakika sürüyor. Kars Harakani havalimanı adını 11 yüzyılda yaşamış olan meşhur bir tasavvuf ehli olan Ebu'l Hasan Harakânî’den almış. Kendisi 962 yılında İran’ın Harakân köyünde doğup, 1580 yılında bir Acem seferi sırasında Kars’ta vefat etmiş ve ardından yöre halkı bu mübarek zatı bağırlarına basmış...



“Kars’ta ne yapılır?” sorusuna karşılık akla gelen belki ilk cevaplar, “kaz ve kaşar” olur. Bölgede yoğunlukla beslenen kaz, artık turistik bir meta haline gelmiş. Sebepsiz yere kapatılan şehrin simgesi Karstore’larda değil belki artık ama, merkezde cadde ve sokaklarda dolaşırken, ilgili veya ilgisiz neredeyse her vitrinde “kaz bulunur” şeklinde yazılar görebiliyorsunuz. Birbiri ardında sıralanan kaşar dükkanları ise, gece geç saatlere kadar ve hafta sonu dahil, açık olup, bu işletmelerde güler yüzlü personel, cömert kaşar ve muhtelif peynir tadımları ve yanında bir bardak çay sizi bekliyor olacaktır...



Söylemekte yarar var, Doğu’nun Paris’i diye de anılan Kars’ın son dönemde tanınmasında, Kars’ın “kar yağışı, Türkiye’den uzaklığı, kendi güzelliği, şiirsel bir havasından” etkilendiğini söyleyen ve benimle aynı tarihlerde, lakin gözlem amacıyla kentte bulunan Orhan Pamuk’un “Kar” romanının ve popüler kültürün ikonik figürlerinden Kim Kardashian’ın dedelerinin Kars’ın Karakale köyünden göçmüş olmasının yadsınamayacak bir katkısı olmuştur...



KARS KAŞARI

Kars’ta kaşarın pek çok çeşidi mevcut. Farklı aromaları, burukluğu ve lezzeti ile her damak tadına uygun bir türü bulunabilecektir. Şu an için fiyatı 20-45 TL arasında değişiyor. Kaşar peyniri Türklerin Anadolu’ya geldikten sonra öğrendikleri bir peynir türüdür. Kaşarın hası yağı alınmamış koyun sütünden yapılır ve bu şekilde 3 seneye kadar yıllandırılarak saklanabilir. Ne yazık ki son zamanlarda içine en az yarı yarıya inek sütü de katılmakta ve bu durum ürünün raf ömrünü kısaltmaktadır. Hatta büyük şehirlerde fason imalatçıların patates püresi gibi maddeler katmak suretiyle çok ucuza kaşar satıp piyasaya sürdükleri bilinen üzücü bir gerçektir. Kars kaşarının yeri ve ayrıcalığı da tam bu noktada ortaya çıkıyor, gerçekten fiilen tadınca farkı rahatlıkla ayırt edebiliyorsunuz. Bu arada, kaşar gayet lezzetli fakat diyete uygun değil. Kaşarın 100 gramında 39 gram yağ bulunuyor ve 425 kcal kalori barındırıyor.



KARS KAZI

Kaz, malum, soğuğu seven ve direnç gösterebilen bir kanatlı hayvandır. Elbette kişisel tercihler farklılık gösterebilse de, kaz eti benim çok sevdiğim ve beğendiğim bir ettir. Kaz, tavuk ve ördeğe nazaran daha hızı büyüyerek olgunlaşır. Örneğin, 8 haftalık bir sürede tavuk 1.8 kg, ördek 3.2 kg ağırlığa ulaşırken, aynı sürede bir kazın ulaştığı ağırlık 4.5 kg gelir. Ülkemizde kaz yetiştiriciliğinde Kars’ın, yine Ardahan, Ağrı, Erzurum ve Van gibi doğu illerimizle birlikte, çok önemli bir yeri vardır. Fazla da güncel olmayan (1999 tarihli) DİE bilgilerine bakacak olursak, ülkemizin kaz varlığı 1.641.845 adettir. (Şu an 2 milyonun üzerinde bir kaz nüfusuna sahip olmamız olasıdır). Bu rakam göründüğü kadar çok değildir, özellikle de Çin’de kaz nüfusunun 600 milyon olduğu değerlendirildiğinde...





Kazın sadece etinin değil, ayrıca karaciğeri, yağı ve tüyünün de ticari değeri bulunmaktadır. Özellikle Fransa gibi Avrupa ülkelerinde kaz ciğeri pek popülerdir. Bir Kars kazının karaciğer ağırlığı 63 gram civarındayken, Fransa’daki bir kazın karaciğer ağırlığı 300-900 gram arasındadır. Bu devasa farkın kökenine indiğimizde, hiç de hoş olmayan bazı bilgilere ulaşıyoruz, dileyen kısaca araştırabilir. Yıllık 900 ton kaz karaciğeri üretimi Fransa için yeterli gelmemektedir. Genelde Kasım-Aralık ayarlında, ilk karı takiben, havalar soğuğunca tüm kazlar kesilir ve saklanır. Kazlar, örneğin tavuklara göre, çok daha nadiren hastalanırlar. Ölüm oranları tavuklarda %5-10 iken, kazlarda ise ancak %1-7 civarındadır. Ayrıca, kaz yem ihtiyacı nispeten gayet az olan bir hayvandır.




   
Daha birinci haftalarından itibaren olmak üzere, besinlerinin %30’unu çayırda otları tüketerek sağlayabilirler. İlginç bir başka yanları ise, yabani otları tanıyarak yerken, esas bitkilere zarar vermemeleri ve böylelikle bitki tarımında yabancı otla mücadelede de kullanılabilmeleridir. Kazlar, yetiştirilmesi kolay, dirençli ve özgür ruhlu hayvanlardır. Yetişkin bir kaz (6-8 haftalık), çok soğuk havada bile kolay kolay barınağa girmez. Kazın tüyü de önemli bir değerdir, yerli bir kazın tüy ağırlığı 210-275 gram arasındadır. Kısacası, kaz hem enerji ve besleyici değeri yüksek bir hayvan, hem de endüstriyel yönden ülkemiz için oldukça yararlı bulunan bir üründür. Yeri gelmişken eklemeyi elzem görüyorum, kazın ayağı öyle değildir, zira perdelidir...



Tabii ki köy ortamında yeseniz daha hoş olur, fakat Kars merkezde Kazevi ve Hanımeli adlı mekanları bunun için tavsiye ederim. Maalesef ben yediğimde, tuzunun yeterince arındırılamadığını ve zaten çok yağlı olan kaz etinin fazladan yağ ile pişirilerek servis edildiğini, estetik açıdan çok fazla özen gösterilmediğini gördüm. Kazın tadını bildiğim ve kazın pişirme suyunda pişirilen bulgur pilavının lezzetini hatırladığım için, açıkçası biraz garipsedim. Keşke kaza ve kazlı yemeklere gönül veren her işletme, işini hakkıyla yapsa.



Kars’ın bir başka güzel ve yöresel yemeği ise hangel. Bu yemeğin temel malzemesi bir tür yaprak mantı veya bir nevi yayvan erişte. Başta içi olmadığı için yavan gibi görünebilir, ama minik tepsisinin ortasına yerleştirilen soğanlar, üstüne akıtılan biber salçalı, sarımsaklı, naneli, tereyağlı, yumurtalı, yoğurtlu sosu ile gerçekten inanılmaz iştah açıcı. Başladınız mı, hızla bitireceğinizden emin olabilirsiniz. Tattıktan sonra, keşke büyük şehirlerde de bilinse ve yaygınlaşsa dedim, kesinlikle mantının pabucunu dama atacaktır.



ÇILDIR GÖLÜ

Çıldır, Gürcü kaynaklarında Çandır, Osmanlı kaynaklarında ise Çıldır olarak geçer. 1064 yılında Oğuzların fethinden önce de bölgede Kıpçak-Saka boyundan Türkler yaşıyordu. Ayrıca, Gürcüler ve Ermeniler de yaşamaktaydı. Osmanlı’da bir Çıldır Sancağı kurulmuştur. 1878 yılında Berlin Anlaşması ile Ruslara verildikten sonra, 43 yıllık Rus hakimiyetinin ardından, 1921 yılında tekrar düşman işgalinden kurtarılır ve önce Kars’a, ardından da Ardahan’a bağlanır. 10.000 kişini yaşadığı Çıldır’da, ilçe merkezi 2000 metre yükseklikte, önemli iki dağı Keldağ ve Gökdağ ise 3000 metre yüksekliktedir. Kura ve Karasu adında iki akarsuyu bulunmaktadır. En bilinen gölü Çıldır Gölü, takribi 120 km2’lik bir alanı kaplamaktadır (ilçenin toplum yüzölçümünün 1/9’u kadar).



Tektonik özellikte bir göl olan Çıldır Gölü, Doğu Anadolu Bölgesini en büyük tatlı su gölü ve en büyük ikinci gölü niteliğine sahip bulunmaktadır. Deniz seviyesinden 1959 metre yükseklikte olup, uzunluğu 32 metre, en derin noktası 42 metredir. Etrafında pek bitki örtüsü gelişmemiştir. Göl balıkçılığı yöre halkı için önemli bir gelir kaynağı olup, en bilineni aynalı sazandır (Cyprinus carpio). Göl suyu halen temizdir ve içilebilmektedir (ben bizzat içtim).



Kars’tan Çıldır’ın mesafesi 100 km’ye yakın ve karayoluyla 1,5 saatte gidilebiliyor. Küresel ısınmayla beraber, artık Kars ve Çıldır daha az soğuyor, Çıldır Gölü de daha geç ve ince donuyor. Örneğin, bu yüzden (geç ve yetersiz donduğundan dolayı) Ocak ayı sonunda yapılması planlanan Çıldır Göl Festivali belediye tarafından iptal edildi. Köylülerin kışın buz tutan gölden “Eskimo usulüyle” adeta bir seremoni biçiminde balık tutmaları, hem bir besin kaynağı hem de bir turizm kaynağı olarak dikkat çekiyor. Ağlar daha kar yağmadan atılıyor ve gölün üzerine kar ve buz tabakası serildikten sonra ağlar bulunarak çekiliyor. Ağlardan birkaç çeşit göl balığının yanında, kerevit ve midyelerin çıktığı da oluyor. Çıkan balıklar hemen göl kenarında konumlanan mütevazı ve salaş restoranlarda usulünce pişirilerek göl misafirlerine sunuluyor.



Kış mevsiminde bölgede hava sıcaklığı -20-40’C’ye indiğinde, göl yüzeyi de 1 metreye kadar buz tutmuş oluyor. Göle bir defasında 60 tonluk bir tankın bile yanlışlıkla da olsa çıkmış ve çıkabilmiş olması, bu buz kalınlığının dayanıklılığını gözler önüne seriyor. Göl buz tutmuşken, üstünde her biri sürücüsü hariç 2 kişi alan ve 2 atın çektiği kızakla, bir nevi fayton keyfi yapmak yerinde ve gözde bir etkinlik. Hatta biraz abartılıp atlı kızak yarışları bile yapılıyor. Cana yakın kızak sürücülerinin verdiği bilgiler ve söylediği türküler ise cabası. Çıldır Gölünün üzerindeki buz tabakası Mart ayından sonra çözülmeye başlıyor.



ANİ HARABELERİ

Kars şehir merkezinin 45 km kadar doğusunda yer alan Ani Harabeleri, tam da Ermenistan hududunda bulunuyor. Karşıya baktığınız zaman, her iki taraftaki sınır kulelerini, Ermenistan’daki taş ocakları ve irili ufaklı birkaç köyü rahatlıkla seçebiliyorsunuz. İpek Yolu üzerinde kurulan ve aynı zamanda Ocaklı köyünün yanı başında yer alan Ani Antik Kenti, Aras Nehrinin bir kolu olan ve Ermenistan ile doğal bir sınır oluşturan Arpaçay’a da komşu.



Ani Antik Kentini en önemli eserleri arasında Aziz Patrick Kilisesi veya Keçel Kilisesi olarak da bilinen Kurtarıcı İsa Kilisesi sayılabilir. 1034 yılında Kral 3.Sambat tarafından yaptırılan silindirik planlı kilise, 1930 yılında bir yıldırımın düşmesi neticesinde tam ortadan dikey olarak yarılmış olup, sağlam yarısı halen ayaktadır. Ayrıca, burada oldukça büyük bir hamamın kalıntılarını görebilirsiniz, sadece bu bile şehrin ne kadar büyük bir yerleşim yeri olduğuna işaret ediyor. Tigran Honents Kilisesi ise 1215 yılında inşa edilmiş ve iç cepheleri ile duvarlarındaki büyüleyici freskler görülmeye değer. Bir de Arpaçay tarafında bir güneş saati bulunuyor. Abukham Vent Grepor Kilisesi Kral 2. Gagik tarafından 998 yılında inşa ettirilmiş ve sarp kayalıkların üzerinde bulunduğu için Güvercin Kilisesi olarak da biliniyor. 987-1010 tarihleri arasında yaptırılan Büyük Katedral, kentin fethinin ardından, Alparslan tarafından Fethiye Camii haline dönüştürülmüştür. Söz konusu harabeler içerisinde en iyi durumdaki eserdir.



Müzekart kullanabildiğiniz bu gerçekten de olağandışı ören yeri alanına Aslanlı Kapıdan giriyorsunuz. İnsanı gerçeküstü bir tarih yolculuğuna çıkaran Ani bölgesinde, insanda hayranlık uyandıran fresklerinin yanında, ateş tapınakları, katedral, kiliseler, şapeller ve camiiler (Fethiye Camii) birbiri ardında yerleşik vaziyette, sanki bir tapınaklar kenti. En azından bir an olsun, nasıl oluyor da hepsi bir arada bulunabiliyor diye hayret ediyorsunuz. Osmanlı’nın bir dünya imparatorluğu olduğunu biliyoruz, ama işte Selçuklu döneminde (dahi) böylesine bir özgürlük ve rahatlık ortamı mevcuttu. Zaten tarihe baktığımızda, devletlerin küçüldüğü ve güçsüzleştiği nispette, hürriyetlerin daha fazla kısıtlandığını, çünkü kontrolü zor bir çeşitlilikten korkulduğunu, bariz bir şekilde görürüz.



Günümüzdeki yıkık dökük haliyle bile konuklarını mahzun ve masalsı bir atmosfere davet eden Ani, M.Ö. 3000 yılından itibaren yerleşim yeri olagelmiş, Hurriler, Urartular, Kimmerler, İskitler, Karsaklar, Araplar, Ermeniler, Türkler dahil olmak üzere 24 farklı uygarlığa ev sahipliği yapmış, M.S. 9. yüzyılda Ermeni kökenli Bagratuni Krallığının başkentliğini yapmış bir şehir. Ani’nin bir başka özelliği ise, 1064 yılında Türkler tarafından Anadolu’da fethedilmiş olan ilk şehir olması, tabii o zamanlar (11. yüzyılın başlarında) Ani’nin 100.000 nüfusu varmış. Hatta 1072 yılında Selçukluların inşa ettirmiş olduğu sekizgen minareli Menuçher Camii Anadolu’daki ilk Türk camii olarak bilinir.



Fakat, 1239 yılında Moğol istilasına uğrayan Ani şehrinde 1319 yılında da büyük bir deprem meydana gelir ve önemli ölçüde harap olur, 1600’lü yıllarda eski önemini yitirmeye başlar ve 1700’lü yıllarda ise tamamen terk edilir. Hakeza, muhtemelen siyasi nedenlerle, yakın geçmişimizde de yok sayılmış, tahrip edilmiş ve onarım çalışmaları bir türlü yeterli ve gerekli düzeye çıkarılamamış. Hatta, Mayıs 1921 tarihinde savaş sırasında Kazım Karabekir Paşa tarafından bu harabelerin tamamen ortadan kaldırılması emrinin verildiğini okuduysam da, doğrusu bana biraz abartılı gibi geldi veya inanmak istemedim...



Son zamanlarda ayakta tutulmasına pek de gayret gösterildiği söylenemeyecek olan bu alandan “Ani” değil de “Anı” şeklinde bahsedilmesi yönünde bir politika izleniyor, zaten tabelalarda artık “Ani” değil “Anı” yazıyor, üstelik “Anı” yerine yanlışlıkla “Ani” diyecek olursanız, adeta Ermeni tezlerini doğruluyor damgası yiyebiliyormuşsunuz. Zaten resmi bilgilendirmeleri ve kaynakları okuduğunuzda, buraları (belki Türkler daha gelmeden önce) Ermeniler yapmamış da, piramitleri konduran uzaylılar buraya da bir uğrayıp inşa edivermişler, hissine kapılıyorsunuz. Allah selamet versin diyorum, milliyetçilikte bile kolaya kaçmak bu olsa gerek. Keşke malum bu “milli” değerlerimizi muhafaza etmek ve sahiplenmek, basit bir isim değişikliği kadar kolay olsaydı...



Ani, bir bakıma, Hattuşaş gibi koruma sorumluluğumuz bulunan tarihi miraslarımızla aynı kaderi paylaşıyor. Bilhassa bizzat gördükten ve temaşa ettikten sonra ne kadar az önem verildiği ve ilgi gösterildiğine hayret ettiğim bu görkemli yapılara neden “harabe” denildiğini merak ediyorum; herhalde yeterince bilinip, anlaşılıp, restore edilmediklerindendir...



1878-1921 arasındaki 40 yıllık dönemde Rusların kentte derin izler bıraktığını söyleyebilirim. Öyle ki, Necip Fazıl bile Kars’ı ziyaretinden sonra, “Kars’ın bir Türk veya Osmanlı şehri söylemek zor, daha çok bir Rus şehrini andırıyor” diyebilmiştir. Rusların bu dönemde yapıp bıraktıkları taş binalar, kesinlikle çok daha sağlam ve estetik.



Maalesef Türklerin bir mimari bilgi, deneyim, geçmiş ve anlayışları olmadığından, saraylarımızı, camilerimizi ve konaklarımızı genellikle Ermeni mimarlar inşa ettiğinden dolayı, bu fark çok bariz bir şekilde ortada duruyor. Kars’a bu gidişimde, bu eski Rus evlerinin yeni yeni gündelik hayata ve turizme kazandırıldığını gözlemledim. Butik bir pastaneye dönüştürülen Kılıçoğlu Pastanesi ve eski bir Rus malikanesi olan görkemli Cheltikov Oteli bunlardan sadece birkaçı.



Kars merkezinde çok sayıda görülmesi gereken tarihi eser var. Ebul Hasan Harakani camii ve türbesi bunlardan biri. Bir adı da Kümbet Camii olan Havariyun (Havariler) Kilisesi 932-937 yılları arasında Bagratlı Krallarından Kral Abbas tarafından yaptırılmış. Ani’de olduğu gibi, Kars merkezde de bir Fethiye Camii var. Burası aslında 19. yüzyıl sonlarında Ruslar tarafından Batlık Mimari tarzında depo olarak inşa edilmiş, sonra kiliseye ve 1985 yılında ise camiye dönüştürülmüş.



Elbette bütün bunlardan sonra, 12. yüzyılda Saltuklular tarafından yapılan, 27.000 metre uzunluğu olan, 220 burçtan meydana gelen ve 3 ayrı kapısı bulunan Kars Kalesini fotoğraflayıp görmeden, donanımlı Kars Müzesini ve yanında Kazım Karabekir’in tarihi tren vagonunun içini ve dışını gezmeden geri dönmeyin.



Kars’a Sarıkamış’ta yapmış olduğum askerlikten 14 yıl sonra gittim. O yıllarda, Kasım-Mayıs ayları arası sürekli kar yağardı Sarıkamış’ta. Kışlalarda halen Ruslardan kalma taş binalar kullanılır, bu binalar bile adeta kara gömülürdü. 20 bini asker ve asker ailesinden oluşan, köyleriyle birlikte 25 bin nüfusu olan ilçenin dağlarında 100 bin şehidin yatıyor olduğunu bilmek acı verirdi, arada sırada sarıçam dikimi yaparken kemiklere rastlardık, zamanı geldiğinde Allahu Ekber dağlarına anma yürüyüşü yaparken duyduğumuz empatik ürperti hissini hiç unutamam. İlçede ayrıca peşmergeler ve Azeri bir nüfus da bulunuyordu. Şimdi sanırım terör tehdidi nedeniyle o kışlalar Kağızman’a taşınmış.



Şubat ayında Kars’a izne gittiğimde, orada daha az kar yağdığını ama daha sert bir kuru soğuğun hüküm sürdüğünü, göllerin, şelale ve çeşmelerin tamamen buz tuttuğunu görmüş, gezemeden dönmüştüm. Şimdi iklimin değiştiğine, havanın ciddi anlamda ısındığına ve karın korkulu görkemini kaybettiğine tanıklık ettim. Değişimine rağmen özlemişim. Sanırım dünyada hiçbir şey olması gerektiği gibi kalmıyor, entropi yasası anıları bile ezip geçiyor...



Bir gün Sarıkamış’a giderseniz, ne olur sadece bir kar tesisinde kayıp ve konaklayıp geri dönmeyin. Katerina Av Köşkünü, hamamını, şehitliğini, Bayraktepe’yi, Asboğa Gölünü, Cirit Festivalini görün ve Alplere taş çıkartan kristal karıyla oynayın, seyredin ve doyasıya fotoğraflayın...



Yazı ve Fotoğraflar: Serkan Doğan