New York'ta 129 kadın işçinin yanarak öldüğü 8 Mart 1857'den beri bu tarih feminizmin simgesi. Türkiye'de 1982'de canlanan kadın hareketinin önde gelen isimleri, geçen 30 yılı değerlendirdi…

 

AYÇA ÖRER / Radikal

 

“Bir elin arkadan dokunduğunu hissettim, elini tutup kaldırdım ve otobüste ‘Bu terbiyesiz el kimin!’ diye bağırmaya başladım. O adamı otobüsten attılar sonra...” 1988’de çocuk ben ve çekirdek kadın ailem bu hikâyeyi güle güle dinledik. Sonra ışıkta mor başlı bir iğne parladı. Artık kadınlar arkalarından ‘terbiyesiz bir el’ uzanırsa batırmak için yakalarına mor iğne takacaktı. Dokuz yaşındaki ben, Türkiye kadın hareketinin şiddeti ve tacizi görünür kılmak için yola çıktığından haberdar değildim ama kadınlar hararetli toplantılara başlamıştı.

 

Türkiye kadın hareketi için otuz yıllık süreç, önemli bir dönüm noktası. Bu kırılmaya 12 Eylül sonrası siyasetin erkek dilinden bunalarak kendine dönen ve taleplerini sorgulayan feminist mücadelenin katkısı olduğu kadar, artık susulamayacak noktaya gelen kadına yönelik şiddet, ayrımcılık ve tacizin de katkısı var.

 

Otuzuncu yılından tarihin başlangıç noktası 1981-1984 arası Yazko (Yazarlar Kooperatifi) bünyesinde yapılan feminizm tartışmaları. Arkasından 1984’ün nisan ayında Kadın Çevresi’nin kurulması ve feminist kuramın Türkçeye kazandırılması geliyor. 1989 Mor İğne Kampanyası, 1990’da Bedenimiz Bizimdir ve boşanma eylemleri, tabii ki Dayağa Karşı Kadın Dayanışması Kampanyası… 30 yıllık mücadelenin mihenktaşları. Bu tarihçe içinde Yoğurtçu Parkı’nın yeri ayrı. 1987’de Çankırı’da hâkimlik yapan Mustafa Durmuş mahkeme kararına, “Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmemek gerekir” yazdırınca, kadınlar protesto telgrafları çekmeye başladı… Dava dilekçeleri verdiler, muhatap sayılmadılar. 17 Mayıs 1987’de Yoğurtçu Parkı’nda yapılan mitinge katılan 2500 kadın, “Dayağın çıktığı cenneti istemiyoruz”, “Kadınlar! Dayağa karşı dayanışmaya”, “Dayak aileden çıkmadır” diyordu.

 

Kadın hareketi 30 yılda çok sayıda kazanıma imza attı lakin başta çocuk gelinler, kadın cinayetleri olmak üzere mücadele edilecek daha çok alan var. Hâlâ gidilecek yol uzun, engeller katmerli… Söz hareketin içinden feminist kadınlarda...

 

‘ŞİDDET GÖRÜNÜR OLDU’

Canan Arın: 80’lerde ‘kadına yönelik erkek şiddeti’ hemen hemen hiç konuşulmuyordu. 1980-90 arasında önce, şiddet görüşülmeye başlandı. ‘Bağır Herkes Duysun’ kitabındaki örneklerle şiddetin yükseköğrenim yapmış, maddi durumu iyi görünen kadınlar arasında da yaygın olduğu, aynı düzeydeki erkeklerin de şiddet uyguladığı anlatıldı. Türkiye ‘Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’ni, ‘İhtiyari Protokol’ü ve ‘İstanbul Sözleşmesi’ni imzaladı. Türk Medeni Kanunu ve Türk Ceza Kanunu’ndaki kadınlara karşı ayrımcılığı yasalarla koruyarak kadın-erkek eşitsizliğini resmen öngören yasaları değiştirdi. Sığınak fikri yerleşti. Bazıları çok kötü olmakla birlikte resmi kurumlar ‘sığınak’ açmaya başladı. Şiddet biçimlerinin tanımları ortaya çıktı. Bazı aile mahkemesi yargıçları kadınlarla empati kurmaya başladı. Yetersiz olmakla birlikte 4320 sayılı yasa kabul edildi. Şimdi ‘Elde edilen haklar nasıl geri alınır’ın mücadelesini veren bir hükûmet var! Üniversiteler bünyelerinde ‘Kadın Araştırmaları’ bölümleri açtı, en ücra köşelerdeki kadınlar bile haklarından söz etmeye başladı. Ancak kadınların güçlenip ataerkilliğe başkaldırmalarıyla yobaz çevrelerde “Aile elden gidiyor” feryatları yükselmeye başladı. Kadın cinayetleri çığ gibi büyüyor; yargı sistemi ataerkilliği korumak için emek emek hazırladığımız yasaları eski sisteme göre yorumlamaya devam etmekte.

 

‘ARTIK EN AZINDAN ERKEK ŞİDDETİ KABUL EDİLİYOR’

Filiz Karakuş: Türkiye’de 30 yıl önce aile içinde “Dayak var” demek neredeyse devrim demekken, bugün aile içinde erkek şiddetini kabul etmeyen yok. Cinsel taciz, tecavüz kadınların utancı olarak dile getirilmiyor. Yasalarda önemli değişimler sağlandı.Ancak hâlâ günde en az üç kadının öldürüldüğü, yargının ‘rıza’ ile tecavüzü; ‘tahrik’le cinayeti meşrulaştırdığı; kadınların ev içi emeğinin yok sayıldığı, ‘kadın’ değil ‘aile’ politikalarının egemen olduğu bir sistem güçlenerek varlığını sürdürüyor. Sermaye kadın emeğinin düşüklüğünü kendisi için imkân görüyor. Devlet kadın politikalarıyla barışır gibi görünüp kadınların taleplerini aileyi güçlendirmeye bağlıyor. Yeni çıkan yasada olduğu gibi sığınak için, şiddet merkezleri için bütçe ayrılmadığında da hiç gündemden düşmeyen ve görünür olan erkek şiddetine karşı yasal yaptırımlar kâğıt üzerinde kalıyor. Mücadeleye devam ediyoruz.

 

‘ESKİDEN ÇOK AKILLIYDIN AMA…’

Nilgün Yurdalan: Önce feminist olmanın dünyanın her yerinde ve her zaman çok zor olduğunu söylemek istiyorum. Erkeklerin, kadın bedeni, cinselliği ve emeği üzerindeki kontrol isteği koşullara bakmaksızın tüm kadınları baskı altına alıyor. Sevdiği var diye, yalnız sokağa çıktı diye, radyo dinledi diye, diye, diye öldürülüyor. Başbakan kadınların TCK eyleminde ‘Bedenimiz bizimdir’ pankartı nedeniyle Türk kadınının ahlak anlayışına yakışmayan pankartlar karşısında üzüntü duyduğunu belirtti. Bu sözdeki milliyetçiliğe mi üzülelim yoksa bedenimizin hâlâ erkeklerin sayıldığı fikrinin iktidarda olmasına mı? Kürtlere yönelik saldırılar başta olmak üzere her türlü ırkçılık, milliyetçilik kadınlara yönelik şiddeti arttırıyor. Sosyalist parti ve sendikaların bazılarında taciz bitmiyor. Kadın Bakanlığı, Aile ve Sosyal İşler Bakanlığı olarak değiştirildi. Feminist olduğum ilk yıllarda -biz o zaman hep solcuyuz-, bir erkek arkadaşım “Sana çok saygı duyardım eskiden, çok akıllı bir kadındın” demişti. Çok üzülmüştü feminist olmama. Yine o yıllar “Feministim” demek bana çok iyi gelmişti.

 

‘YASAL DEĞİŞİKLİKLER KAZANIM OLDU’

Filiz Kerestecioğlu: 1980’lerin başında, Somut dergisinin kadın sayfasında Stella Ovadia, Şirin Tekeli gibi kadınların önayak olarak başlattığı feminist duruş hepimize farklı noktalardan değerek bizleri bir araya getirdi. 80’lerin sonlarına doğru sokağa çıkan bir hareket vardı artık. 87’de ‘Dayağa Karşı Kadın Dayanışması Yürüyüşü’nü ve kampanyayı gerçekleştirdiğimizde kadınlara yönelik şiddetin yüksek sesle ifade edilmesini sağlamaya çalışmıştık. Gerek bu yürüyüş ve kampanyayla, gerekse tanıklıkları içeren ‘Bağır Herkes Duysun’ kitabıyla çok önemli bir adım attığımızı düşünüyorum. Bu nedenle de kadına yönelik şiddetin aslında epey zamandır görünür olduğunu, buna rağmen etkin uygulamaların halen gerçekleştirilemediğini değil ‘gerçekleştirilmediğini’ söyleyebilirim. Defalarca kadınlar tarafından vurgulanan talepleri tekrar etmek zorunda kalıyorsanız ve kadın cinayetleri artıyorsa, burada bir niyetsizlik ve bilinçli bir tercih var demektir. O dönemlerde aileyi sorguluyor ve eylemler yapıyorduk. Bugün kadın hareketi açısından yaygınlaşmada ve kurumsallaşmada artış var, 1998’de ve 2000’lerdeki yasal değişiklikleri de kazanım olarak ifade edebilirim. Ancak devlet hâlâ ‘Şiddete Karşı Yasa’nın adını ‘Ailenin Korunması Yasası’ diye korumakta ısrarlı. En sorgulanamaz şeyin halen aile ve oradaki erkek egemen yapı olduğunu düşünüyorum.