Giderek tahtına oturan bir tiran rejimi ve militarizmle karşı karşıyayız.  Bundan en çok mağdur olan kesim ise Kürtler ve göçmenler; inanç bakımından Sunni-islam kimliğinin dışında kalan gruplar; sınıfsal açıdan işçiler, köylüler, memurlar, bağımlı çalışanlar olarak alt sınıflar; cins ve cinsel yönelimleri açısından kadın ve LGBTİ’lerdir. Bu iktisadi yapıdan ve egemen ideolojik yaklaşımdan mağdur olan kesim aynı zamanda tarihin dinamikleri olup, ilerlemenin anahtarlarını ellerinde tutmaktadırlar.

Hükümetin yürütmesini elinde tutan klik ideolojik yaklaşımında kadını yaşamın her alanında geri plana atmak, kazanılmış hakları geriye sarmak ve kadını patriarkal anlayış çerçevesinde eş ve anne rollerine sıkıştırmayı hedeflemektedir. Bu hükümetin sözcüleri kadına ve çocuğa yönelik şiddeti olağanlaştırırken erki meşrulaştırmakta ve kadın üzerinden toplumu disipline edip ayrıştırmaktadırlar. Bu anlamda kadına yönelik değerlendirmelerde ve “eksik” kadın, “madam gibi ölmek” yakıştırmalarında anlaşılması gereken şey esasta bir toplumun dizayn edilmesidir. Çünkü kadının geriye çekildiği, eş-anne kimliklerine hapsedildiği bir toplum, egemenlerin rahatça at koşturduğu ve toplumsal dinamiklerin dizginlendiği toplumdur. Bu anlamda kadını prangalama, toplumun ilerlemesine atılan zincirdir.

Ancak bu zinciri kıracak ivme ile ilerleyen birçok kadın organizasyonu geçtiğimiz dönemde Özgecan’a yapılanlar sonrası büyük bir öfke ile sokaklara çıkıp kadına yönelik şiddeti görünür kılmışlardı. Daha sonrasında Çilem Doğan’ın geçmişe veda edip geleceğe bakan çağrısına karşılık verdiler. Bu dava, kadınlar için ne kriminal ne de özel alan olan aile vakasıydı. Tamamen politik, kadının kendi yaşamı üzerine karar alması, kendi varoluşunu engelleyen koşulların kaldırılması olası durumda öz savunmanın kullanılması anlamına gelmekteydi.

Bugünde çocuk istismarını son getirdiği önerge ile AKlamaya çalışan AKP tecavüzlere yasal zemin açmaktadır. Farklılaşan normların arasında hareket eden toplum bir çeşit Anomie vakası yasamakta. Toplumsal norm(suzluk) “namusun” değişik yöntemlerle temizlenmesi (tecavüzcüyle evlendirme ya da namus cinayetleri), mağdurun suçlandığı feodal-dini değer yargıları ve bunun karşısında duran laik ve feminist-eşitlikçi değer yargıları. Diyalektik olarak çatışma halinde olan bu değer yargıları, egemen AKP kliğinin kendi ideolojik yayılması ile tamamen bir savaş haline dönüşmüştür. Bu kaos ise toplumda her şey mubahtır algısı yaratmış olmalı ki ne Pozantı cezaevi ne de Ensar Vakfı hakkında büyük bir tepki ortaya çıkmamıştır. Kendi çocuğunu koruyan, kollayan tek tek bireyler toplumsallaşamayıp genel olarak çocuklara sahip çıkamamışlardır.

Bu önergeye karşı gösterilen tepkiler, giderek gelişen kadın kurumları ve kadın bilinci büyük bir olumluluk ve umuda vesile olmaktadır. Ancak olaylar merkezli duygusal tepkilerle gelişen birçok hareket uzun soluklu olamadığı Özgecan ve Çilem özgülündeki mücadele hareketlerinde görüldü. Bu örneklerin muhasebesi iyi yapılırsa gelecek dönemdeki kadın dinamiğini diğer mücadele alanlarına taşımak ve birleştirmek mümkündür.

İlk olarak kadın mücadelesinin şövenist damarı iyice sorgulanmalıdır: Bir kadının öz savunması sahiplenilirken,  Kürt bir kadının öz savunması sahiplenilmemekte hatta kadının bedeni üzerinden vuku bulan çirkin savaşa tepki gösterilmemektedir.  Bu anlamda seksizm ve ırkçılığın ne kadar iç içe olduğunu ve kadın mücadelesinin ikisine yönelmek zorunda olduğunu görürüz.

İkinci olarak da kadın mücadelesini uzun soluklu ele alma, yani duygusal çıkışlar üzerinden değil, programatik politik bir zemine çekmek gerekmektedir. Olabildiğince bütün kadın platformlarının kendi renkleriyle dahil olması son derece önemlidir. Bu anlamda ortak hedefler ve baslıklar temelinde bir konferans düzenlenebilir ve bir deklarasyon ile büyük bir umut yayılabilir.

Son olarak da diğer mücadele alanları ile paralel yürümek gerekmektedir. Kadının sesini emeğin mücadelesi ile bileştirmek, ezilen ulusun ve inancın mücadelesiyle birleştirmek çok büyük bir dinamiği ortaya çıkaracaktır.