Bilindiği gibi ikinci dünya savaşından sonra faşist cephenin yarattığı tahribatlar ve insanlığa karşı işlenen suçlar sonucu BM esas iddia olarak dünyada barışı tesis etmek, ülkeler arasındaki eşitsizliğe karşı önlemler almak, devletlerin hak ihlallerine karşı insan haklarını geliştirmek idealini güya şiar edindi. Ne var ki BM daha yolun başında ikinci dünya savaşı galiplerinin hegemonik emelleriyle örgütlendi. Beş devletin veto hakkı (ABD, RUSYA, ÇİN, İNGİLTERE, FRANSA) insan haklarının, barış ve özgürlük mücadelelerinin üzerinde demoklesin kılıcı gibi sallandı. Neticede BM haksızlıklara karşı mücadele eden değil, göz yuman, işlevsiz, aciz, büyük devletlerin kuklası, fonksiyonunu çürüyerek yitirmiş bir organizasyona dönüştü.

1993 dünya insan hakları konferansına Viyana’ya bir İHD heyeti olarak gitmiştik. Hem BM çalışmalarını yani resmi konferansı izliyor, hem de alternatif NGO çalışmalarına katılıyorduk. Görüştüğümüz, tartıştığımız başka coğrafyalardan gelen insan hakları aktivistlerine BM’ye alternatif ulusalüstü, devletleri değil halkları temsil eden yeni bir oluşumun zaruretinden bahsediyorduk. Resmi konferans aslında çürümüş tekniklerle, beylik argümanlarla göstermelik gibiydi. Tibetli Lama konferans salonunun az ötesinde açlık grevi yapıyordu. Belçikalı insan hakları savunucuları Belçika’daki işkenceleri ve yargısız infazları anlatan, yabancı düşmanlığını teşhir eden bildirileri sembolik, teatral gösterilerle resmi konferansın efendilerine anlatmaya çalışıyorlardı. Suriyeli komünistler ve Kürt devrimciler şimdiki Esad’ın babası Hafız Esad dönemindeki Suriye cezaevlerinde yakılarak öldürülen yüzlerce Kürdün trajedisini anlatmaya çalışıyorlardı. İşin garip tarafı bizdeki Kürt siyasetler dahi bu durumun üzerine o güne kadar çok fazla, şu veya bu saikle gitmemişlerdi. İHD heyeti olarak biz de 90’lı yılların Kürtlere karşı yürütülen savaşın çirkin yüzünü, newrozdaki Cizre ve Şırnak katliamlarını diğer coğrafyaların aktivistlerine anlatıyorduk. Viyana konferansı bizim için önemli bir deneyim oldu. Döndükten sonra İHEB’nin (İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ) önemini yadsımamakla birlikte artık eskiliğini, yeni bir bağlayıcı bildirgeye ihtiyaç olduğunu yazılarımda, konuşmalarımda daha da çok vurgulamaya ağırlık verdim.

Bilindiği gibi 10 Aralık’ta 66. yıl dönümüne girecek olan İHEB 1947’den başlayarak 2 yıllık çalışma sonucu oluşturuldu. Bildirge Amerikan emperyal gücünün yükseldiği dönemin başkan eşi Roosvelt’in başkanlığını, Fransız Rene Cussin’in raportörlüğünü yürüttüğü, Belarus, Fransa, Panama, SSCB, ABD ve Filipinler temsilciliğinden oluşan komisyonda uzun tartışmalar sonucunda, Cussin’in yazdığı metnin 8 çekimser oya karşı 48 oy almasıyla kabul edildi. SSCB, Polonya, Çekoslovakya, Ukrayna, Belarus ve Yugoslavya bildirgeyi yetersiz gördüklerinden, Suudi Arabistan ve Güney Afrika rejimleri de böyle bildirgelere ihtiyaç duymadıklarından çekimser kalmışlardı.

10 Aralık 1948‘de BM genel kurulunda kabul edilen bildirgenin temel mantığını tüm halk ve uluslar için ortak ideal ölçüt olduğu ileri sürülen kapitalist sistem ve birey oluşturmaktaydı. Kapitalist ülkeler için bildirge adeta komünist manifestonun alternatifi niteliğindeydi. Temelinde burjuva demokratik devriminin felsefesi yatmaktaydı. İHEB feodalizme karşı mücadele içindeki burjuvazinin ilerici niteliğini henüz kaybetmemiş olduğu, emperyalizm öncesi dönemi burjuvazisinin görüşlerini yansıtmaktaydı. Fransız ihtilali sonrası feodal ayrıcalıkları ortadan kaldıran ‘1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’, ’1798 ABD’nin Bağımsızlık Bildirgesi’, 1920’de yürürlüğe giren milletler cemiyetinin temeli olarak kabul olunan ‘Wilson’un 14 prensibi’ İHEB’in temelini oluşturur. İHEB daha sonra kabul edilen; ‘BM Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’, ‘BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi’, yani ikiz sözleşme ile birlikte tabiri caizse BM insan hakları yasasını oluşturur.

İHEB‘e egemen olan anlayış; insan haklarını insanın nesneliğini gerileten, özneliği önündeki engelleri ortadan kaldıran yani yabancılaşma kurumlarının zincirlerinden kurtulmayı hedefleyen, savunan bir anlayış değildir. Yani İHEB soyut insan hak ve özgürlüğünü ileri sürerek somut insanın hak ve özgürlüğünü yabancılaşma kurumlarına (din, devlet, aile, mülkiyet vs.) kurban etmektedir. Henüz ilericiliğini tam kaybetmemiş burjuva demokratik devrimini referans aldığı için de bir yönüyle kuşkusuz en azından ütopya olarak yabancılaşma kurumlarına zaman zaman sıkıntı da yaşatmaktadır.

Bildirgeler, manifestolar, sözleşmeler, kutsal kitaplar insan hakları mücadelesinde olumlu olumsuz yönleriyle tarihsel rol oynamışlardır. Bu tür belgeler önemli, tarihsel, sosyolojik vakaların sonucu oldukları gibi, yeni ufukların da başlangıcını haber vermişlerdir. Örneğin İHEB insan hakları hukukunu oluşturmak iddiasındaki tüm temel belgelerin ilk adım versiyonu olmuştur. Bildirgeyi nasıl tartışmalıyız? Nasıl incelemek hayırlıdır? Kuşkusuz tarihsel süreç, hangi sosyal depremden sonra çıkmış, hedef ne? gibi klasik faktörler bu belge içinde geçerlidir. Ama a priori kabul etmeliyiz ki hiçbir şey gibi bu belge de kutsal değildir. İsmi ne kadar cazibeli olsa da bu belge de eskimeye mahkumdur. Nitekim hayli eskimiştir. Gereksinimlere yanıt verememektedir. Üretenlerinin karakteristiğini yansıtmaktadır.

Bir belge kutsandığında tahrifatlara en elverişli hale gelmiş demektir. Örneğin Müslümanlar Kuran’a eleştirel bakamadıklarından islamiyette reforma engel sayısız tahrifatlar ortaya çıkmıştır. Bu saptama tüm kutsal addedilen kitaplar için de geçerlidir. Dokunulmazlık zırhına sokulan manifestolar için de geçerlidir. Komünist manifesto da dahil. Bu tartışmanın şöyle bir zorluğu vardır. İnsanlık tarihinde çok az belge bu kadar taraftar toplamış ve revaçta kalmıştır. Neredeyse 3 çeyrek asra yakın süredir hem egemenlerin hem de boyunduruk altında olanların doğrudan cephe alamadıkları, sihirli bir asa gibi çıkarlarıyla uyuştuğu noktalarda sahiplendikleri başka bir belge az gösterilir.

Bildirgenin fonksiyonu açısından; en iyi niyetli ve cazibeli iddiası, diktatörlük ve savaş tehdidine karşı evrensel bir yaşam amaçlamasıdır. Ne var ki bildirge diktatörlük ve savaş mağdurları tarafından üretilmemiştir. Tarihsel sürecin yeni, güçlü, egemenlerinin onayıyla ‘felçli tanrıcık’ devletler birliği yani BM tarafından üretilmiştir. Bildirgeyi irdelerken bu husus göz ardı edilirse resmi ideolojiye teslim olunmuş olunur. Bu husus bildirgenin, hak ve özgürlükleri kısıtlama gücünün aküsünü tayin etmektedir. İnsan hakları hukukunun pozitif belgelerine tapınılırsa, bizzat bu belgelerdeki bazı kuralların, insan haklarına çokta uymadığı gözden kaçırılmış olur. İnsan hakları mücadelesinde özgürlükçü ütopyadan sapılmamasının önemli kriterlerinden biri yazılı kurallardan önce o kuralları koyanların fotoğrafının çekilmesidir. Her belge gibi bu belge de güçlülerle güçsüzler çatışmasının bizatihi belgenin içeriğinde de devam ettiği bir panaroma olmasıdır. Bu saptama kuşkusuz bildirgenin tarihsel rolünü hala bazı yönlerinin geçerli olduğunu yadsıma anlamına gelmez. Bildirgede güçlülerin belirleyiciliği var dedik. Örneğin bildirge bir savaş yıkımının sonrasında iddiası itibariyle ‘dünya kardeşliği’ hedefi ile vaaz edilmiş olsa da (kardeşlik kavramının içerik olarak da dil olarak da doğru olmadığını belirtelim) savaşa karşı en önemli haklardan olan ‘vicdani ret hakkını, savaşmama hakkını’ bünyesine alamamıştır. Başka bir örnek, diktatörlüklere tepki iddiası taşımasına rağmen 18.yy’da bazı anayasa ve bildirgelerde yer alan ’zulme ve yoksulluğa karşı direnme hakkı’nıformüle edememiştir.

Sosyalist iddialı devletler, bildirinin liberal özüne eleştiri getirmişlerdir. Ekonomik ve sosyal haklar açısından zayıflığını haklı olarak eleştirmişlerdir. Ne var ki bildiriye hakim olan devlet, aile, kamu düzeni, yurttaşlık, reel hukuk gibi tutucu öğelerine eleştiri getirmemişlerdir. Sosyalizm adına yapılan reel sosyalist uygulamalarda da, aslında revizyonist uygulamalar demek gerek, araçlar amaç yerine konduğundan bildirgedeki yaşam hakkı (m.3), hakkaniyetle yargılanma(m.10), suçsuzluk karinesi, yasallık(m.11), özel hayata, haberleşme ve yazışmalara keyfi karışılamaz(m.12) düşünce, vicdan ve din özgürlüğü(m.18),ifade özgürlüğü(m.19),toplanma ve dernek kurma hakkı(m.20)gibi haklar kuşkuyla karşılanmış hiçbir egemene terk edilemeyecek bu haklar reel sosyalist uygulamalarda da rafa kaldırılmıştır.

Bildirideki hak ve özgürlüklerin genel kısıtlama nedenleri de (ahlak, kamu düzeni vs.) bildirgeyi eleştiren ülkelerce ne var ki eleştiri konusu olmamıştır. Bildirideki hak ve ödevler arasındaki karşılıklılık ilişkisinde de hiçbir devletin bir sorunu olmamıştır.

Bildirgeyi insan hakları yasası bütünselliği içerisinde irdelemek gerekir. Ancak yazımızı sadece bildirgeyi özet olarak analiz ederek bitireceğiz.

Bildirgenin ilk maddesi aslında olması gerekeni, hedefi, ütopyayı belirtmektedir. Ancak realite gibi, var olan gibi ifade tarzı yanılsamalara yol açıcıdır. İlk maddenin içeriği insan davranışlarına dair bir tanım ile normatif bir ifadenin sentezi gibidir. İnsanları birbirlerine karşı biraderlik zihniyetiyle hareket ettirmeye çalışması ruhani bir mistifikasyonu yansıtmaktadır. Erkek egemen dil hakim olmuştur. Daha da önemlisi kandaşlıktan kaynaklanan kardeşlik ilişkisi insanlar için ideal bir model gibi sunulmuştur.

Bildirgenin 2. maddesi bir toplumsal adalet ifadesidir. Ancak bu ilke eşit olmayanlar arasında eşitlik nasıl sağlanacak sorusuna yanıt vermekten acizdir.

Bildirge burjuva normlara ve ulusalcı çizgiye sadakatini ilk maddelerde bariz şekilde yansıtmaktadır. 8. maddede hak aramanın yolu olarak sadece ulusal mahkemelere başvuru hakkının gösterilmesi o yılların ulusalcı bakışını tipik bir şekilde yansıtmaktadır.

9. maddede burjuva hukukunun yasallık ilkesinin, suç ve ceza anlayışını sarsmayan üstteki örtüyü kaşımayan klasik yaklaşımı görüyoruz. Keyfi yakalama, tutuklama, sürgün men edilmekte ancak yasal sürgün ve tutuklamalar önsel olarak kabul edilen kurumlar olmaktadır.

Bildirgenin 14. maddesinde sığınmacılık sınırı sadece zulüm görme ve siyasal içeriğe dayandırılmıştır. Oysa insanlar özgürce istedikleri coğrafyaya yerleşebilmelidir.

Bildirgenin 15. maddesi yurttaşlığı, vatandaşlığı kutsamaktadır. Bir gruba aidiyet ihtiyacını vatandaşlıkla sınırlandırmak bugün için kabul edilemez. Bir vatandaşlık sahibi olmak ihtiyaçların giderilmesi için ne gerekli ne de yeterli bir koşul olabilir. Bildirgede cins kimliği grupları, yaş grupları, sınıflar, ülkesel olan ve olmayan gruplar gibi diğer geniş gruplaşmalara örgütlenmiş bir biçimde ait olma hakkı ile ilgili hiçbir düzenleme yoktur. Bildirgenin 15.maddesi ilkel bir aidiyet anlayışını temel bir hak olarak göstermektedir. Ulus tabu bir ihtiyaç giderici, devlet ise mutluluk ve haklar için bir teminat kurumu olarak görülmektedir. Yani Hegelci devlet anlayışı bildirgeye egemendir. Böylesi bir anlayışta cins kimliğine, sınıf dayanışmasına, vatansızlığa önem verenler ise dışlanmıştır. Oysa vatansızlık da bir hak olarak savunulmalıdır.

Evrensel bildirgenin 16.maddesi aileyi toplumun doğal ve temel bir birimi olarak kutsamaktadır. Devletin ideolojik aygıtlarını besleyen, bir yabancılaşma kurumu olan aile kutsanmaktadır. Aile kurmanın bir insan hakkı olarak savunulması; özgürlüklerle-toplumsal baskı araçları çatışmasında da toplumsal baskının yanında yer almaya sürüklemektedir. Söz konusu madde özgür birliktelikleri, ortak yaşamı, evlilik dışı özgür cinsel yaşamı dışlamaktadır.

Bildirgenin 17.maddesi özel mülkiyet önünde insanları diz çökmeye çağırmaktadır. Mülkiyet bir insan hakkı olarak tanınınca ’kölelik yasağının’ (m.4) anlamı güçsüzleşmekte, ayrımcılık yasağı da zayıflamaktadır. 17 ve 18 yy. anayasa ve sözleşmelerinde yer alan yoksulluğa karşı ilkelerin bildirgede yer almaması tesadüf değildir.

Bildirge doğrudan demokrasiyi değil 21. maddede temsili demokrasiyi vaaz etmektedir. Halkın rolü pasifleşmiştir.

Bildirgenin 23, 24. maddeleri çalışma, dinlenme, eğlence, işsizlikten korunma hakkıyla ilgilidir. Esas itibariyle reformcu kapitalist normların mantığı bu maddeleri şekillendirmiştir. Bu maddelere eril dil egemendir. Kadınların, çocukların ihtiyaçları adlanmıştır. Çalışmayı sıkıcılıktan, onur kırıcı olmaktan çıkartan bir anlayış yani çalışma eşit zevk, eğlenme eşit çalışma varsayımlarına kapı kapatılmıştır. Tembellik hakkı yadsınmıştır.

Bildirgede bilim ve sanata meta olarak yaklaşan bir bakış egemendir. Eğitim alanında çocukların hakkı ve özgürlüğü düşünülmemiştir.

29 ve 30. maddelerde devlet egemenliğini esas alan hakların nasıl kısıtlanacağının klasik normları vaaz edilmiştir. 29. madde ödev olmadan hak olmaz anlayışını yansıtmaktadır. Ahlak, kamu düzeni, genel refah zincirleri bildirgede yer almıştır.

Bildirgenin tarihsel rolünü küçümsemeden hala bazı alanlar için geçerliliğini unutmadan, kutsamadan esas itibariyle hak ve özgürlüklerin önüne koyduğu zincirleri, ki bu zincirler devleti, ulusçuluğu, aileyi, statükoyu korumaktadır, analiz etmek gerekir.

Bildirgede halkların hakları, yerli halkların hakları, ekolojik yıkıma uğramama hakkı, bilginin hegemonyasına karşı korunma hakkı, alternatif yaşam biçimlerini özgürce deneme hakkı söz konusu değildir.

1998’lerde ‘İnsan Hakları ve Temel Özgürlükleri Korumak ve Geliştirmek’ için yayınlanan bildiriyle yeni hak talepleri rotası belirlendi. Ne var ki hala yeni bir evrensel bildirge ihtiyacı ortada durmaktadır. Reel sosyalist uygulamalardaki özgürlük karşıtı devlet politikaları da dikkate alınarak komünist manifesto ile insan hakları bildirgelerinin insan özneliğini temel alan bir senteziyle belki anarko-komünal bildirgelere ve devletler dışı BM alternatifi halklar enternasyonalizmini diriltmek ulaşılması gereken güzel bir ütopya olabilir. Önümüzdeki hafta boyunca özgürlükler düşmanı güvenlikçi politikalara karşı yeni hak taleplerini içeren yeni kuramsal önerileri de gündeme taşıyan tartışmalarla, yabancılaşma kurumlarının zincirli zihniyetlerine karşı sesimizi gür bir şekilde çıkaracağız.