Bilim insanlarınca sık sık vurgulandığı gibi insan henüz insanlaşma süreci tamamlamamıştır. Bunun için daha çok uzun bir süreye ihtiyaç olduğu hep belirtilir. Hatta bir devrimci filozof ‘özgürlükler imparatorluğu’ için, başka bir deyimle insanı nesneleştiren tüm yabancılaşma kurumlarından kurtulması için on bin yıla ihtiyaç olduğunu vurgulamıştı. Tabi eğer dünyanın doğal ömrü yeterse…

Toplumsal gerçeklik insanın özne, öznenin de insan olduğu varlık alanıdır. Yani insan, özne olarak insandır. O nedenle insan hakları, insanın özneleşmesini engelleyen her türlü barikata karşı bir sigorta, bir mücadele aracı işlevine sahip olmalıdır. İnsanın özneliği, salt insan olarak doğmuş olduğu için peşinen kazanılmış bir öznelik değildir. İnsan canlı bir nesne olarak, kendisinin dıştan belirlenmişliğini geriletmek suretiyle özneliğini yaratabilecektir. Yani insan kendi özneliğini kendisinin nesnelik oranını azalttığı, gerilettiği ölçüde kurabilecektir. Nesne yanını gerilettiği ölçüde hak öznesi durumuna gelecektir. İnsanın nesne yanının sadece biyo-anatomik (cinsiyet, kafatası biçimi, deri rengi, sakatlık vb.) değil etnokültürel belirlenmişliğini de kapsıyor olması insanın bir birey olarak etnisitesinin buna bağlı olarak dini, mezhebi veya damak zevkinin kendi dışından belirlenmiş olması da özneleşme çabasında büyük önem taşır. Yani özne olabilmek için sadece biyo-anatomik yapıdan kaynaklanan nesneliği değil aynı zamanda kendi dışından belirlenmiş olan etnokültürel yapıdan kaynaklanan nesnelikleri de geriletmesi gerekir. Dolayısıyla insan kendi insanlığını inşa edip fotoğraf gibi değil resim gibi çizer. O nedenle insan hakkı tamamlanmış bir listeye indirgenemez. Özneleşmesine ket vuran koşullarla sürekli mücadele temelinde dinamik bir özellik gösterir.

EMEKLE, İŞLE ÖZNELEŞİR

İnsan nasıl özneleşir? İnsan emekle, işle özneleşir. İş derken sadece bir atölyede, fabrikada veya tarlada yapılan faaliyet anlaşılmamalı. Örneğin birisiyle sohbet ederken geğirmeyi önlemek veya başkalarını rahatsız edecek tarzda yüksek sesle konuşmayı önlemek de özneleşme yolunda bir iştir. Yani nesneden kaynaklanan halleri kendi haline bırakmamak için yapılan her şey iştir. Örneğin toplum içinde yellenmemek için hemen tuvalete gitmek gibi. Örneğin nezle birinin hapşırırken yanındakini rahatsız etmemek için bir kağıt veya mendille burun ve ağzını örtmesi nesneliğini belli bir orana indirip, özneliğini belli bir düzeye yükseltmesidir.

Bu anlamda Habeas Corpus insanın özneleşmesinin teminatlarındandır. Bedenim benimdir. Bedenin senindir. Yani bedenin tüm tasallutlardan baskılardan kurtulması onun içindir, ki mülkiyet hakkı temel bir hak olarak kabul edilemez. İnsanların bedeni, emeği üzerinde yükselen ama bir başkasına ait olan mülkiyet hakkı insanı nesneleştiren bir olgudur.

’VATANSEVERLİK KATİLLERİN İDEOLOJİSİDİR’

Şimdi gelelim asıl problemimize. Irkçılık, milliyetçilik, ulusalcılık vatanseverlik dıştan belirlenmenin tipik yansımalarıdır. Yani insanın, insanların nesne yanıdır. İnsanlar ırkçılıktan, milliyetçilikten, ulusalcılıktan, vatanseverlikten kurtulduğu sürece insanlaşacak, özneleşecektir. Bir ırka mensup olmak, bir ulusa mensup olmak, bir vatanda doğmak insanın kendi edimi, kendi iradi fiili, kendi emeği sonucu değildir. Bu haller dıştan belirlenmiş nesne halidir. Onun içindir ki muhteşem yazar Tolstoy ’vatanseverlik katillerin ideolojisidir’ demiştir. Karl Marx da manifestoda ‘ayağımızı bastığımız her yer vatanımız’ derken insanın özneleşmesine sosyolojik ve felsefi vurgu yapmıştır. İnsan hakları savunucularının ve özgürlükçü hukukçuların asla ırkçı, milliyetçi, ulusalcı, vatansever olmaması gerekir. Evrensel insanlık değerlerini sever olmaları gerekir. Evreni sever olmaları gerekir.

Geçmişte sadece faşizan veya burjuva devletlerde değil ; ‘sosyalizm iddialı‘ revizyonist ülkelerde de devlet şovenizminden kurtulunmadığı ölçüde vatanseverlik, ulusalcılık abartılmış; kalıcı stratejik bir kavram ve olgu haline getirilmiştir. Oysa vatanseverlik ancak işgal altında geçici, bir taktiksel değer taşıyabilir.

Ne yazık ki; üçüncü enternasyonalin sağ kanadı Dimitrof, Stalin, Enver Hoca, ÇKP ve ardılları bu kavramları stratejik kalıcı adeta temel ideolojik bir anlayışa çevirmişlerdir. Örneğin 12 Eylül faşizminin Kürt köylerinin, Süryani köylerinin, Keldani köylerinin ve Ermeni köylerinin ve kişilerinin isimlerinin yasaklandığı dönemde Bulgaristan Komünist Partisi de azınlıkların yerleşim ve kişi isimlerini yasaklayabilmişlerdir. Gerekçe olarak da Dimitrof’tan alıntı yapılarak, ’artık Birleşik Sosyalist Bulgar Ulusu olduk’ denmiştir. Yıllarca önce de Lenin hasta yatağında Stalin’in getirdiği anayasa taslağını incelerken taslakta devletin adını ‘Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ koyan Stalin’e kızmış, ‘devletin adının Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olması gerekir’ diyerek haklı olarak itiraz etmiştir.

Tolstoy 10 Mayıs 1900’de; ’zamanınızdaki yurtseverliğin zararlı ve insanlığın uğradığı felaketlerde büyük sorumluluğu olduğu ve doğal olmayan bir duyguyu taşıdığı düşüncesini belirtmeyi sık sık düşünmüşümdür. Bu nedenle yurtseverlik duygusu günümüzde olduğu gibi eğitimle verilmemeli aksine sağduyu sahibi insanlar tarafından ezilmeli ve yok edilmelidir’ demişti.

Tolstoy 5 Ocak 1896’da da; ’yurtseverlik iyi olamaz … yurtseverlik doğal olmayan, yapay olarak aşılanan bir duygudur’ diye yazmıştı. Söz konusu yazıyı şöyle bitirmişti; ’… barbarlık döneminin kalıntısı olan yurtseverlikten vazgeçerek… doğulu halklara vahşi yurtseverliği ve hayvanlığı değil,… kardeşçe yaşam örneği gösterilmelidir.’

Bu yazıyı neden yazma gereği duydum? Mevcut dinci totaliter AKP iktidarı genel seçimler yaklaştıkça daha da şoven, ırkçı, faşizan bir anlayışla kucaklaşmakta, sözde AKP karşıtlığından politika üretenler de soluğu 1930’lar şoven milliyetçiliğinde almaktadırlar. Bu açıdan her gün sürekli şoven pratiklerini üretmekteler. Evrensel insan hakları hukukuna göre çaba göstermesi gereken, ezilenlerin hak ve özgürlükleri için alternatif hukuk üretmesi gereken İstanbul baro yönetimi tam tersi politikalarını daha da derinleştirerek 3 Kasım 2014’te anıtkabir ziyaretinde anıt defterine başkanın kaleminden; soykırımları, zulümleri, inkarları barındıran resmi ideolojiyi savunarak; ‘açılım adı altında ülkenin bölünmeye başladığı’nı, ’hayali bir tarih yaratılarak aydın ihanetine tanık olunduğu’nu yazabiliyor. Oysa insanlık tarihi, ezilenlerin özgürlük mücadele tarihi gerçek ihanetin ve gerçek hainlerin ‘dillerin ve halkların hak eşitliğini’ inkar eden kirli resmi tarihi savunan bu tür 1930’lar zihniyetinde yüzenlerin olduğunu göstermektedir.

Hukuk platformunda bir özgürlükçü umut olarak doğan ‘özgürlükçü demokrat avukatlar’ ise bu hafta faşizan güvenlik yasa tasarısına karşı isyanlarını haykırdılar ve ‘bu ölü gömleğini giymeyeceğiz’ dediler.