Bugünlerde Hüsnü Arkan’ın “Nereye Uçar Turnalar” parçasını dinliyorum, diyor ki, “Ölenlerin adını unutma, türkülerin, meydanların / Ah, bırakmasın onlar seni.”

Ankara Gar meydanını, Suruç’u, Roboski’yi, Reyhanlı’yı hatırlıyorum; Gezi’de “devlet terörü”ne kurban giden Ali İsmailleri, Ahmet Atakanları, Ethem Sarısülükleri…

Şairin dediği gibi ne çok ölmüştük yaşamak için.

Bunlar yeni değildi üstelik. Kanlı 1 Mayıslar, üniversiteli gençlerin öldürülmesi, Denizlerin idamı… Kahramanmaraş ve Çorum olayları…

Hangi toplumsal olayın ardından yakmamıştık ki türkülerimizi: “Tenim küs olmuş tenime, sen benden gittin gideli” demişti Madımak’ta ölen ozan Nesimi Çimen’in oğlu Mazlum Çimen. Babasının ardından yaktığı ağıttı o; çoğumuzun çekip giden bir sevgilinin ardından dinlediği, dillere pelesenk olan türkü.

Nice insanlar ölmüştü bu diyarda.

Soma ve Ermenek’te acılı madenci ailelerinin çığlığı geliyor gözümün önüne.

Tırnaklarıyla toprağı kazıyıp oğlunu arayan bir annenin “Oğlum yüzme de bilmezdi, suyun içinde ne yaptı?” sözleri çalınıyor kulağıma. Ve Recep amcanın ayakkabıları hatırlatıyor emeği, alınterini.

“Neden olmuştu asansör faciaları, inşaat işçileri neden ölmüştü, kot taşlama işçilerinin ciğerleri neden parçalanmıştı, mevsimlik tarım işçilerinin kaderi miydi ölmek?” soruları takılıyor aklıma.

Sonra “Kızılderililer hep kaybeder değil mi?” diye hayıflanıyorum.

Şarkının devamında dediği gibi işçi tulumu giyebilecek miydi umut?

Âdeta bir savaş hâlinin yaşandığı Güneydoğu'da 10 yaşındaki Cemile’nin cansız bedeninin buzdolabında bekletilmek zorunda kalınması… Ekmek almaya çıkan 74 yaşındaki yaşlı adamın dramı... Gezi eylemleri sırasında polisin attığı gaz bombasıyla yitirmiştik 13 yaşındaki Berkin Elvan’ı.

Oktay Akbal’ın “Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey” diye başladığı öyküsü geliyor aklıma. Tahir Elçi’nin katli ile “barış”tan biraz daha uzaklaşmamız...

“Çatışma, operasyon istemiyoruz” demişti “barış elçisi” öldürüldüğü gün.

Bugün çatışmalar durmadığı gibi fiili olağanüstü hâllerde çocuğundan yaşlısına insanların ölümüne engel olunamıyor. Her gün barış istiyoruz, huzur… Yeniden diyalog sürecine dönülsün, sorunlar ne ise çözüm masası kurulsun, tartışılsın diyoruz.

Birileri bu hâlin devam edeceği mesajını veriyor “insan hakları günü”nde.

Bugün “Dünya İnsan Hakları Günü”.

Düşünüyorum, tek bir gün arıyorum insan hakkının ihlâl edilmediği.

İzmir’de karakolda işkenceye uğrayan kadın, polis kurşunuyla öldürülen Dilek Doğan geliyor gözümün önüne; kocaları, eşleri tarafından öldürülen diğer kadınlar...

Mahkemelerin tecavüzcülere iyi hâl indirimleri yahut çocuk yaştaki kız için “ilişkide rızası var” kararı. Çünkü bir atasözüydü, kızını dövmeyen dizini döver ya da kızı boş bırakırsa ya davulcuya ya zurnacıya…

Bu kültürel yapı, kadınların gülmelerinden rahatsız olan, kadınları eve hapsetmek için elinden geleni yapan bir siyasal yapı ile birbirini besliyor; can alan düzeni yeniden üretiyor, pekiştiriyor.

İşte bunun için diyoruz işçi cinayetleri, kadın cinayetleri politiktir diye. Bu yapılar sorgulanmadıkça bir arpa boyu yol alınmaz çünkü.

Çocuk gelinler coğrafyası burası; 12’sinde evlendirilen, 13’ünde anne olan, 14’ünde ölen.

10 yaşındaki Uğur Kaymaz’ın polis kurşunlarıyla delik deşik edildiği, sonra da “terörist” ilan edildiği ve “öldürülmüş” Ceylanları, Nihatları olan bir ülke.

Adana’da başı pres makinesine sıkışarak ölen 13 yaşındaki Ahmet Yıldız’ı hatırlıyorum.

Çocukken vurdular bizi daha, çocukluğumuzdan…

Modern dünya barbarlarının kirlettiği dünyada, açlık, yoksulluk ve oradan oraya savrulan insanlar, kasıp kavuruyor içimi; her gün kıyıya cansız bedenleri vuran minik Aylanlar...

Daha geçen gün Didim açıklarında yine “mülteci faciası yaşandı.” Çeşme’de lastik botun batmasıyla nice çocuklar boğuldu. Yine kıyıya minik çocuk bedenleri vurdu.

Modern dünya ise Türkiye ile yaptığı mâli anlaşma ile “mültecilerin” bölgelerine gelmesini engelledi.

İnsan hakları, demokrasi, özgürlük, eşitlik gibi değerlerin “güvence altına alındığı” Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu tarafından hazırlanan “İnsan Hakları Evrensel Bildirisi” imzalanmıştı bugün.

Denilmişti ki, “Bütün insanlar özgür, onur ve hakları yönünden eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler. Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da herhangi bir başka inanç, ulusal ya da toplumsal köken, doğuş ya da herhangi bir başka ayrım gözetilmeksizin Bildiri’de açıklanan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir.”

En başta yaşam ve özgürlük olmak üzere sağlık, eğitim, yiyecek, barınma ve toplumsal hizmetler de içinde olmak üzere sağlığına ve esenliğine uygun bir yaşam düzeyine kavuşma; yasanın koruyuculuğundan eşit olarak yararlanma; barışçıl amaçlar için toplanma ve dernek kurma; evlenme, mal ve mülk edinme; çalışma, işini seçme özgürlüğü; din, vicdan düşünce ve anlatma özgürlüğü hakları İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin temellerini oluşturacaktı.

Bu açlık, bu yoksulluk, bu yıkım, bu talan, bu can kayıpları, anti-demokratik uygulamalar, çifte standartlar, basın ve ifade özgürlüğü ihlâlleri, gazetecileri tutuklamalar niye öyleyse?

Usta müzisyen şöyle diyordu şarkının devamında: “Kim götürdü bakışından ışığı, kim aldı gözlerinden onu? Kadehlerden yüreğine boşalan acı bir umutsuzluk, o mu? Kime söyledin derdini, kimi sevdin gizli gizli? Kimler uyandırdı içindeki kötü kırık türküleri?”