Teybi sürekli geri sarıyorlar. Sanki sevdiğimiz bir şarkıyı tekrar tekrar baştan dinlemek gibi. Ama biz bu şarkıyı sevmiyoruz. Tam nihayet bitti derken birileri geliyor şarkıyı başa alıyor ve işkence yeniden başlıyor.

Çinliler yapıyorlarmış eskiden, Nazilerin yaptığını ise belgelerden biliyoruz. Seksen dönemi hapishanelerinde Türklerin de öyle yaptığını anlatıyor yaşayanlar. İstiklal marşını sürekli ve yüksek sesle dinletip aynı kıyafetleri giydirerek insanları oldukları biçimden çıkarıp kendi biçimlerine girmeye zorluyorlarmış. Önce biçimsizleştir, sonra istediğin biçime sok! (Sokmak eylemi başlı başına bir tecavüz değil mi zaten?)

Tarih değişiyor, coğrafya değişiyor, insanlar değişiyor ama iktidarın arka fonunda çalan ve tekrar çalma düğmesi takılı kalan şarkı değişmiyor. Şarkının dili ve sözleri değilse bile elindeki ustura değişmiyor.

Şarkı dinlemek keyif verir, bazen de hüzün. Ama duygudur, insandır, coşkularımızı ve kederlerimizi ezgiler içimizde. Zorla dinletilen şarkılarsa içimizi kazıyor. Sanki almış eline tırtıklı bir spatula ve tüm içimizi kanata kanata kazıyor. Sevgimizi kazıyor, sevincimizi kazıyor. Bir mezar kazarcasına kazıp atıyor kenara bize ait olan ne varsa.

Dibinde kalan biz değiliz, onlar da değil. Kazılan çukur bomboş. Sonra doldurmaya başlıyorlar bu boş çukuru. Etrafta buldukları tüm çirkinliği alıp nefretleriyle mayalayarak atıyorlar içimize. İçimiz bizim olmayanla dolup taşarken kusmuk gibi bir koku yayıyoruz. Midemiz olsa bulanacak bu küflü çöp kokusundan. Taşan çirkef kaplamış artık her yanımızı.

Koklamıyor, konuşmuyor, sevmiyor, sevişmiyoruz. Sevgiliye yazılan özlem sözcükleri yerine tecavüzler kaplıyor gecemizi. Bir damla kanla bekaretini hediye eden aşık bir genç yerine kaç şahdamarına bıçak soktuğunu anlatan katillere dönüşüyoruz. Kanın tuzunu basıyoruz çocuk yaralarına. Kıvranan her canla ateşimizi harlıyor, nefretimizi keskinleştiriyoruz.

Kafa kesiyor, ateşe verdiklerimizin çığlıklarını bastırsın diye ses düğmesine yükleniyoruz. Hep birlikte eşlik ediyoruz çalan şarkıya hep birlikte; en yüksek sesle söyleyenin çukuru daha büyük olur belki diye. Ve o malum cennet belki de çukurun en dibinde, ona koşuyoruz.

Şarkı sona gelirken nasılsa birden midemiz bulanıyor. Kendimizden tiksinip tam kusacakken teyp geri sarıyor, şarkı başa alınıyor. Bir kez daha geliyor mezar kazıcıları. Ve bulantımız geçiyor. Kan kokusuna teslim oluyoruz.

Önce surat ifademizi kaybediyoruz, sonra tüm benliğimizi. Surat-sız ve biçim-SİZ oluyoruz. İktidarın silik/sülük siluetleri olarak dolaşıyor, teybi artık biz(?) sarıyoruz.