Hrant Dink’in aramızdan alınışının 5. senesinde Hrant Dink’in bizlere önerdiği siyaseti yeniden okumamız gerektiğini düşünüyorum.

Şöyle bir ön kabulle başlayabiliriz: Hrant Dink, kendisini Türkiyeli bir Ermeni olarak tanımlayan, solcu ve muhalif bir yazardı. Peki, tahayyülü neydi? O tahayyüle ulaşmak için içinde bulunduğu sol yelpazeye ne diyordu?

Buyrun, bütün bunları Hrant Dink’in kendisinden okuyalım.

“Demokrasi gemimiz dönülmez bir yola girdi. Avrupa Birliği ister müzakere tarihi versin ister vermesin, gayrı bu yoldan dönüş olmamalı. … Çoğulculuk, eşitlik ve özgürlük üzerine temellendireceğimiz demokrasimizde, birbirimize güveni eksik etmediğimiz takdirde geleceğe güvenimiz de aynı oranda artacaktır.” (Pariluys, 18 Haziran 2004, Agos)

Hrant Dink’in de biz solcular gibi, çok kültürlü; ama eşitlikçi, çoğulculuğa burun kıvırmayan ve demokrat, hayatın ve dolayısıyla politikanın her alanında özgürlükçü bir kimliğe sahip olduğunu hem anlıyoruz hem de biliyoruz.

Hatta Hrant’ın, geçmişteki sol deneyimlere ve birtakım kesimlerce içselleştirilmiş hamaset kültürüne de kafa yorduğunu, solun hâlâ yaşadığını (mesela Berlin Duvarı’yla beraber yıkılmadığını, yıkılmaması gerektiğini) bunun üzerine yazdığı yazılardan görüyoruz.

“Sol ölmedi. Sol sadece olması gereken organizasyonunu gerçekleştiremedi, hepsi o kadar. Yok eğer sol çürük bir söylem idiyse, bugün onun savunduğu görüşler niçin en muhafazakâr kesimlerin bile sermayesi oldu, söyler misiniz? Solun öldüğünü, yenildiğini ve artık bittiğini söyleyenler, içine düştükleri paradoksu iyi değerlendirmeliler. Solun ölmesi mümkün mü? Ancak şu var ki, sol kendinden çalınan söylemlerine de hayıflanmaz, hayıflanmamalı… Çünkü sol ilerlemecidir ve sürekli üretir. Sol, akan nehrin aynısının bir daha akmayacağını iyi bilir ve bu yüzden nehirle birlikte koşturur, onunla birlikte akar.” (Çarents’in Hikmet’i, 7 Kasım 1997, Agos)

Hrant’ın sol tahayyülünün siyaset yapan bir sol olduğunu anlıyorum buradan. Nereden mi çıktı bu? Çünkü, kendi meşrebimce siyaset, var olan konjonktüre doğru bir şekilde müdahil olabilmeyi, üretebilmeyi gerektiriyor. Sürekli yenilenen toplumsal ve siyasal sorunlara, kendini yenileyerek doğru yanıtı verebilen; paradigmasını değiştirebilen bir soldan bahsediyorum.

Hrant Dink de böyle düşünmüyor mu?

Dink, postmodernite ve sol

İngiliz Marksist yazar ve New Left Review dergisinin uzun yıllar boyu editörlüğünü yapan Perry Anderson, postmodernizmi, Fredric Jameson’ın “The Cultural Logic of Late Capitalism (Son dönem kapitalizminin kültürel mantığı) makalesindeki tanımı esas alarak yorumluyor. Yani, postmodernite, egemen üretim ilişkisinin tarihindeki yeni bir aşamanın kültürel belirtisiydi. Bu da hayatı ve siyaseti birtakım kompartımanlara ayıramayacağımız bir dönemde olduğumuza işaret etti.

Muktedir-mağdur eşitsizliğini kabul ediyorsak, bunun çeşitli alanlardaki tezahürünü de görebiliriz. Sözgelimi, kültürel egemenlik diye bir baskı oluştu; kültürel bir iktidar alanı yaratıldı. Türkiye’yi örnek gösterelim. Devlet’e vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin Türk olduğu anayasal bir şekilde belirtildi; bir ulusun bel kemiği olan anadilinde eğitim hakkı gibi çok temel bir şey yasak süregeldi; buna itiraz edenler de türlü kötü muameleye maruz kaldı; poşu takan bir öğrenci genç, hapse tıkıldı; azınlık okullarında dahi “andımız” okutuldu; tamamıyla Sünni-İslâm algısına dayalı zorunlu din dersleri kondu; iktidardakilerin cinsel yönelimleriyle çakışmayan yurttaşların durumu bizatihi devlet kurumlarınca “hasta” olarak belirtildi ve saire…

Peki, hali hazırda ötekileştirilmiş mağdurları kapsayamamak, sola yakışır mı? Toplumun farklı şekillerde ezilen kesimlerinin talepleriyle buluşamamak, solu güvensiz kılmaz mı? Yukarıda, postmodernitenin tanımında da bahsedilen üretim ilişkileri ve üretim ilişkilerinden dolayı yoksullaştırılanların mücadelesi, bugünün toplumsal ve siyasal iktidarına yeterli bir anti-tez sunabilir mi?

O nedenle, emeğiyle geçinen yoksullar ile kimliğinden yoksunların ortak bir zemine ihtiyacı var. Bu zeminin yolu da birbirlerinin dertlerini, acılarını mukayese etmemekten ve anlamaktan geçiyor.

Hrant Dink bu konuda da çok önemli bir tavır takınmıştı.

“Kürtçe eğitim sorununun etrafında dönen tartışmalara, şu Ermeni halimle ben de katılsam, haddimi aşmış olur muyum? … Türkiyeli bir Ermeni olarak artık payıma düşen Kürtçemi istiyorum.” (Kürtçemi istiyorum, 16 Temmuz 2000, Yeni Binyıl)

Bu tutum, bizlere neoliberalizme ve milliyetçiliğe karşı, her ikisini de teraziye koymadan bir yol kazmayı öğretmiyor mu? Kapitalist hegemonya etkisinin emekçi sınıflar üzerindeki tahribatında mutabıksak, hayatın “öteki” sorunlarına bir cevap geliştirme iradesi, cevval bir duruş gerektirmiyor. Çözüm de, yaratılan mağduriyet alanlarını değer kefesine koyarak, bunların bazılarına burun kıvarmaktan geçmiyor.

Hrant Dink’in “Gelin önce birbirimizi anlayalım” deyişi çok meşhurdur. Birbirini anlayabilen mağdurların ortak ve politik bir bileşkede mücadele etmesinde ne beis olabilir? Mesela, gayrimüslimlerle Alevilerin mücadelesini ortaklaştırmak ve bunu da kitleselleşmeyi hedef alan bir arayışta buluşturmak gerekmez mi?

Hrant Dink, kendini salt Ermeni kimliğiyle mi tarifledi, yoksa toplumun ezilen bir kesiminin bireyi olarak mı?

“Türkiyeliyim… Ermeniyim… İliklerime kadar da Anadoluluyum. … Kendi ülkemi özgürlükler cennetine dönüştürmek de temel kaygım oldu. Ülkem Sivas için ağlarken, ağladım. Halkım çeteleriyle boğuşurken, boğuştum. Kendi kaderimi ülkemin özgürlüğünü yaratma süreciyle eşledim.” (Ruh Halimdir, 1 Kasım 2004, Birgün)

Gelelim solun kadim sorusuna, “Ne yapmalı?” meselesine.

Solun yükseleceği zemini, Hrant Dink’in katilleriyle hesaplaşmak isteyen bir irade olarak tanımlayabiliriz, kabaca. Herkesin üç maymunu oynadığı bugünden, kırmızı pazartesiden biliyoruz ki, tetikçinin ilişkileri kimi siyasetçilere, asker ve sivil bürokratlara dek uzanıyor.

Yani, devletin kimi kurumlarını işaret ediyor.

Devleti, resmi ideolojisini, yeniden ürettiği ikna mekanizmalarını karşısına almadan siyaset yapmak, ne Hrant’ın kanını temizler ne de doğru bir politik hamleler zinciri olur.

“Gelelim asıl Sol’a… Avrupa Birliği’ne karşı çıkan, Kıbrıs’ta çözümsüzlüğü, Türkiye’de statükonun devamlılığıını savunan, yerel yönetimler ve kamu reformu gibi alanlardaki yasal değişimlere önderlik etmeyen, aksine muhalif kalan, azınlık haklarının ve çokkültürlü bir yaşam biçiminin önünde yürümeyen, aksine bu hakların verilmesini Devlet’in bölünmesi olarak algılayan bir anlayışın bugün Sol’u temsil edebileceğini söylemek hayli güç.” (Yanıltan gerçek, 2 Nisan 2004, Agos)

Hrant Dink’in bu cümleleri, politik birlikteliği sağlayacak bir ray ve ortak paydalar inşa etmeyi hedeflemiyor mu? Öyle. Peki, sadece “birlik” yetiyor mu?

Gelin, bunu da aynı yazısının son paragrafında, sevgili Hrant Dink’den okuyalım.

“Ne demek Sol’un birleşmesi? Sol geçinen partilerin birleşmesi, Sol geçinen kesimlerin bir çatı altında toplanması mı? İşte asıl yanılgı bu noktada yaşanıyor. Sol’un kendini bulması partilerin birleşmesiyle değil, ancak ve ancak Sol’un değişmesiyle mümkün. Yenileyemediği ve toplumun talepleriyle örtüştüremediği söylemlerini on yıllardır tekrarlayan bir Sol’un kitlelerin yaşamında yer edinmesi asla mümkün değil. Eğer Sol’da gerçek bir toparlanmadan söz edilecekse, bunun yolu birleşme değil, değişimdir.” (Yanıltan gerçek, 2 Nisan 2004, Agos)

Hrant Dink’in politik vasiyeti buydu.

Kendi adıma, bu mirası savunmaktan onur duyuyorum.

5. anmada Hrant Dink için toplanan on binleri düşününce, “Acaba, burada bulunan yoldaşlar da Hrant Dink gibi mi düşünüyor?” gibi oldukça iyimser bir soruyu soruyorum kendime. İngilizce bir deyim, tam isabetle açıklıyor bu durumu. “Wishful thinking” derler.

Oldukça masum, kalpten gelen bir dilek bu…


(Agos'ta da yayınlamıştır)