AKP'nin özellikle son 7 yılında zaten can çekişen hukuk tamamen katledildi. Adalet sarayları adalet ve hukuk mezarlığına dönüştü. Savcılıklar ve özel yetkili sulh ceza mahkemeleri tutuklama makinası gibi çalışıyor. Özel yetkili ağır ceza mahkemeleri operasyonel ve idari birim faaliyeti yapan yapay davalar fabrikasına dönüşmüş durumda. Meşruluğu olmayan aslında keyfi sıkıyönetim olan 'OHAL' sürecinde zaten eksiği gediği çok olan burjuva hukuku tamamen öldü. Düşmanla savaş hukuku her alana egemen oldu.

Şu anda dünyada en çok avukatın tutuklu olduğu ve yargılandığı ülke Türkiye. Son 6 yılda 1000 civarında avukat göz altına alındı. Halen 400 civarı avukat tutuklu. 600 kadar avukat şu veya bu nedenle yargılanıyor. 110 avukat mesleğini yapamıyor. Soruşturmalara girmekten yasaklı. İktidar devlet avukatı istiyor. Hatta AKP avukatı istiyor. Halkın avukatını, ezilenlerin avukatını istemiyor. SEGBİS’le sanıksız yargılamalardan sonra avukatsız yargılamalar devri başladı. Dünya hukuk endeksinde Türkiye 113 ülke arasında 99.

Tipik bir örnek: Kenan Keklik isimli konuşma engelli dilsiz bir kişi sloganla örgüt propagandası gerekçesiyle 3 yıl 1 ay 15 gün ceza alıyor ve bu ceza onanıyor.

Keza Türkiye dünyada en çok tutuklu gazetecinin olduğu ve yargılandığı ülke haline geldi. Halen 150’yi aşkın gazeteci tutuklu.

ŞAMPİYON TÜRKİYE

AKP sayesinde Türkiye temel hak ve özgürlükler açısından olumsuzluk noktasında en çoklar şampiyonu oldu. Şu anda Türkiye en çok milletvekilinin tutuklu olduğu ve yargılandığı bir ülke. Sadece HDP milletvekillerine yenileriyle birlikte 550’ye yakın fezleke üretildi.

Yargı yürütmenin kılıcı olarak çalışıyor. Uzun süredir Anayasa Mahkemesi de bu şekilde çalışıyor. Kendi kendini tekzip ederek geçmiş kararlarını rafa kaldırarak. 90’lı yıllarda bir kararnamenin niteliğinin OHAL kararnamesi niteliğinde olup olmadığını inceleyen Anayasa Mahkemesi bu süreçte yetkimiz yok diyerek talebi reddetti.

ANAYASA MAHKEMESİ DE BİATTA

Tutuklu milletvekili Gülser Yıldırımla ilgili verdiği son karar ise tam bir hukuk faciası. Milletvekilinin tutuklanmasını hukuka uygun buldu. Soruşturma aşamasında delillere erişim, dosyaya erişim hakkının ihlal edilmediğini, silahların eşitliğinin ancak kovuşturmada söz konusu olacağını, ifade özgürlüğünün, seçilme, temsil, siyasal faaliyet hakkının ihlal edilmediğini beyan etti. Oysa Dürüst Yargılanma Hakkı açısından 'silahların eşitliği' ilkesi yaşamsal bir ilkedir. Birçok AİHM kararlarında da vurgulandığı gibi; kovuşturma ile değil soruşturmanın ilk saniyesinden itibaren yaşama geçmelidir.

AYM artık AİHM kararlarını da görmezden geliyor. Tutukluluğun; temsil, seçilme, siyasal faaliyet, ifade özgürlüğü haklarını ihlal etmediğini vurgulamak Anayasa Mahkemesi tarihine yeni bir siyah sayfa eklemektir. Oysa aynı mahkeme Mustafa Balbay, Mehmet Haberal, Selma Irmak, Faysal Sarıyıldız, 2014’teki Gülser Yıldırım kararlarında hukuka uygun kararlar vermişti. Bu kararlarda Milletvekilinin yeri parlamentodur demişti.

Balbay kararından kısa bir alıntı yapalım: "... bu bağlamda seçilmiş milletvekilinin yasama faaliyetine katılmasına yönelik müdahale, sadece onun seçilme hakkına değil, aynı zamanda seçmenlerinin serbest iradelerini açıklama hakkına da yönelik müdahale teşkil edebilir". (Anayasa Mah, Balbay kararı 2012/1272)

Belli ki Anayasa Mahkemesi de reisin karşısında biatta.

Ulusalüstü insan hakları hukukunda Amparo hakkı önemli bir hak olarak kabul edilir. Haksızlığa uğrayanın, mağdur olanın haksızlığı giderecek bir organa başvuru ve mağduriyetin giderilmesi hakkı. İç hukukta bu organ Anayasa Mahkemesi’dir. Anayasa mahkemesi bu son kararı ile amparo hakkının teminatı olan bir kurum olmaktan tamamen çıkmıştır.

"KANUN VE FÜHRERİN İRADESİ AYNI ŞEYDİR"

Diktatörlüklerin tırmanmasında, kalıcılaşmasında tarihsel örneklere baktığımızda yargıçların, savcıların, hukuk kurumlarının vebali büyüktür. Diktatörlük rejimlerinin en önemli güçlerinden biri yargıdır. Yaşanan tarihsel deneyler de göstermiştir ki: "bir diktatörün, diktatörlüğe doğru yürüdüğü yolun taşlarını hakimler ve savcılar döşer"

Siyasi yargı diktatörlüğün teminatıdır. Hitler’i asıl güçlü kılan SS, SA’dan çok Alman yargısının hakim ve savcıları olmuştur. Hitler Nisan 1934’te "hükümet hizmetleri kanunu" çıkararak, yargı mensuplarına da bu yasayı uygulayarak yahudi ve nazi partisine bağlılığı kuşkulu tüm savcıları görevden aldı. Yine 1934’e çıkartılan kanunla yüksek mahkemelerin vatana ihanet suçlarına bakma yetkisi yeni kurulan halk mahkemelerine devredildi. Bu mahkemelerin kararları temyiz edilemezdi.

Hitler aynı yıl kendini Alman halkının en yüksek yargıcı ilan etti. İçişleri Bakanı Herman Goering 1934’te Prusya savcılarına "Kanun ve Führerin iradesi aynı şeydir" dedi. Adalet müşaviri ve Alman hukuk lideri Dr. Hans Frank 1936 da yargı mensuplarına görevlerini şöyle açıkladı: "Nasyonal sosyalizm karşısında hukuk bağımsızlığı yoktur. Vereceğiniz her kararda önce kendinize şunu sorunuz, 'benim yerimde Führer olsa nasıl karar verirdi, her kararda şunu söyleyiniz, bu karar Alman halkının nasyonal soslyalist vicdanıyla uyuşuyor mu? İşte o zaman nasyonal sosyalist halk devletinin birliğine karışmış ve Adolf Hitler iradesinin ölümsüzlüğünü tanımış olarak 3. Alman imparatorluğunun otoritesini kendi karar alanınızda her zaman için sağlayacak bir temel buldunuz demektir. "(William Shirer, Nazi İmp, cilt 1, Ağaoğlu yay., )

"SAĞLIKLI MİLLİ ŞUUR" KRİTERİ

Nazi dönemi yargılamaları tek kelimeyle cinayetti. 1936’da tüm ceza kanunları rafa kaldırıldı. Yapılan değişiklikle "Sağlıklı milli şuur" kriteri ceza hukukuna eklendi. Bu kritere göre Nazi iktidarını tehdit eden, dolayısıyla milli kabul edilmeyen her kişi, ceza kanuna göre bir suç işlememiş olsa dahi cezalandırılabilecekti. Bu değişiklikle pratikte zaten uygulanmayan ceza kanunları yerini tamamen yargıçların keyfiyetine terk etti. Yargıçlar milli şuur kriterine göre istedikleri kişiyi gayri milli ilan ederek cezalandırabileceklerdi. Kimin gayri milli olduğunun tespiti yargıçların inisiyatifindeydi.

Hatırlarsanız Erdoğan da beğenmediği bir anayasa mahkemesi kararı için milli değil demişti. Barolar Birliği başkanlığına yakışmayacak açıklamalar yapan Metin Feyzioğlu da eleştiriler için milli duruşumuzdan rahatsızlar demişti. Barolar birliği başkanı Hukuki duruşu unutarak, milli duruşu görev biliyor. Millilik kavramı hukuka sokulursa yürürlükte olan tüm kanunların keyfi bir şekilde uygulanmasına imkan tanınmış olur ve kanunların sağladığı asgari güvenceler yok edilerek hukuk güvenliğini ortadan kaldıran bir kriter olarak işlev görmüş olur. Ceza yargılamasında kanunların sınırsız yorum tekniği ve siyasi iktidarların yargı kararları açısından geliştirdiği "millilik kriteri" neticede faşizmin hukukunu oluşturur.

DURUMUMUZ VAHİM

Diktatörlüklerin yerleşmesinde yargıç ve savcılar kadar hukuk kurumlarının teslimiyetinin de payı vardır. Bu açıdan durumumuz vahimdir. Barolar Birliği ve metropol baro yönetimleri OHAL uygulamaları karşısında, avukat, gazeteci, milletvekili tutuklamaları karşısında, özel güvenlik bölgelerinde sivillere karşı işlenen devlet suçları karşısında adeta sesiz, seyirci, zaman zaman devleti destekleyici olmuşlardır. Hak mücadelecileri Nuriye ve Semihle ilgili Barolar Birliği Başkanının devam eden açıklamaları bir hukukçuya, hele hele Barolar Birliği başkanına asla yakışmayan egemen iktidar aklını yansıtan söylemlerdir. Üstelik açıklamasında masumiyet karinesini de ihlal etmiştir.

Şöyle ki, "... polislerce öldürülen DHKP-C’li teröristin cebinden çıkan listede avukatların isimlerinin de yazılı olduğunu duydum. Bu listeye değersiz denemez" demiştir. Bir hukukçu henüz iddianame dahi yazılmamışken, yandaş basına emniyetin servis ettiği söylentilere dayanarak duyumla konuşur mu? Bu söylem aynı zamanda yargıyı etkileme değil midir? 2011 yılında da 46 Kürt avukat gözaltına alındığında, daha savcılık ifadeleri dahi alınmadan, dönemin İstanbul Bbaro Başkanı, "KCK de hayır kurumu değil, aynı karede yer alamayız" diyerek masumiyet karinesini ihlal etmişti.

Dillerin ve halkların haklarını asla ağızlarına almayan bu baro başkanları Mahmut Esat Bozkurt ekolünden geliyorlar. Cumhuriyetin ilk adalet bakanlarından ve aynı zamanda Kastamonu istiklal mahkemesind ede yargıçlık yapmış olan bu zat Kürtlere hak olarak Türklere köleliği hak görmüştü.

Ona göre de hukukçuların asıl görevi hukuku savunmak değil, devleti ve egemen milliyetçiliği savunmaktı. Yargı asla devlet ideolojisinden ve devlet kurumlarından bağımsız olamazdı. Bu ekolden gelen hukuk diplomalılar hak ve hukuk ihlalleri karşısında sessiz kalırken, soykırım inkarcılığında, sınır ötesi askeri faaliyetler konusunda, Kıbrıs’la ilgili Denktaş politikalarını destekleme konusunda ve hukukla ilgisi olmayan konularda politika ve söylem yarışından geri durmuyorlar.

Savcı ve yargıç olmak, avukat olmak, hele hele profesör, doçent olmak tek başına hukukçu olmak anlamına gelmez. Temel hak ve özgürlüklerin ve halklarımızın hukukçu yargıç ve savcılara, hukukçu avukat ve hukukçu profesör ve baro yöneticilerine ihtiyacı var. Egemen iktidar sesi diplomalılara değil. Barolar Birliği başkanı Barolar Birliği’ni daha fazla kirletmeden istifa etmelidir. Yeri hukuk sözcülüğü değil, egemen iktidar sözcülüğüdür.