Cuma günlerini seviyorum, bir kere adı güzel dört harften oluşmasında ayrı hayır olabilir, eğlenceli bir günün(Cuma/ertesi) başı olmasının dışında.

Jung, bilinç ve bilinçaltının işlevleri ve yapılarından söz ederken, ruhsal uzanımımıza dört işlevle ulaştığımızı söyler. Şematik olarak tarif etmek istediğimizde, Ben ortada bir küre, onunda dışında duygu, dışında sezgi, onun dışında düşünce, en dışta duyum vardır, diyor.  Bu arada bilinç, bu dört ana unsur olmadan var olamaz ama bu dört unsur bilinç olmadan varolabilir demiş. 

Bilinçsizce Cuma günlerini seviyorum, rutinden çıkarıp bir rehavete sürüklediğini düşünüyorum. Oysa bana her gün rehavet çünkü ben hep evdeyim neyse. Dün dışarı çıktı çünkü akşam felsefe atölyem vardı sabahtan Akbank’ın düzenlediği Deluze Semineri ile beynimi biraz daha hamur kıvamına getirmek istedim. Yolda, Jung okuyarak insanlarla tıkıldığım metroda kendimi soyutlayıp kuş misali erkenden Taksim’de oluverdim.

Akbank Sergi Salonu’na gittiğimde oradaki görevli etkinliğin mayısta başlayacağını söyledi, bunalıma girdim, bu kadar bunamayı kendime yediremeyip, bir kafeteryada salim kafayla tekrar tarihlerine baktım. İçim rahatladı çünkü tarihi, düzenleyenler yanlış yazmıştı. Ben de kusur olmadığı için gerisi tufan dedim, pazartesi gideceğim sergiye gitmek üzere yola koyuldum.

Kafeteryada otururken, Hepimiz Mustafa Kemal’in askerleriyiz diye ellerinde daha önce görmediğim bayraklarla bir grup insan geçti İstiklalden. Yaşlıyım, kulaklarım ağır işitiyor. Benden yaşlı ama yolun kenarında duran bir adama, kimin askerleriymişler dedim. Adam bana tepeden bir bakış fırlatıp, Mustafa Kemal’in dedi.

O sırada Ermeni Soykırımını Anma etkinliklerinin ucu henüz İstiklal’e varmadan onlar boy göstermek istediler herhalde.  Çünkü saat 19.30 Taksim girişinde etkinlik gününü tamamlayacaktı.

Galata’dan aşağı inip kendi saatlerimi anlamlı kılmak için Tophane’de ki Depo sergi salonuna gittim.

Mis Sokak’tan Tünel’e doğru yürürken, kilisenin önünde konser afişlerini görünce, aklıma Mıgırdıç Markusya’nın Tespih Taneleri kitabını hatırladım. Gözüm tramvayın raylarına kaydı, onun küçük bir çocukken, Şişli’de ki yetimhaneden, tramvayla tünele inişini hatırladım. Hayretle ve merakla etrafı seyredişi, kalabalığın içindeki yalnızlığı ve hep kuru fasulye yedikleri esnaf lokantası sahibinin şefkati.

Kitabı bitirdiğim gün kapağını kapatıp şefkatle arka kapağına dokunurken, ekranda haberlerde bir karmaşa görüp dikkatimin dağıldığını hatırladım sonra. Yerde yüzükoyun yatan bir adam vardı. Beyaz bereli birini kaçarken sürekli gösteren video sürekli dönüyordu.  Çağlayan’da diyetisyenin bekleme salonunda seyretmiştim haberleri. Eve dönerken insanlar toplanmış, Hepimiz Ermeniyiz diye bağırıyorlardı.

Zihnimin içine çekilip yalnızlaşarak, metroda kitap okur gibi hiç bilmediğim sokaklardan indim sergi alanına.

Nereye Gideceğimizi Bilmeden… Nalan Yırtmaç ve Anti-Pop girizgahı karşıladı beni giriş katta. Orada beyaz duvarda yüz tane insan portresi yan yana dizilmiş, beyaz bir zemin üzerinde siyah bir blog oluşturuyorlardı. Duvarın karşısında bir başına Hrant Dink adı siyah bantın içinde beyaz harflerle yazılmıştı. Altında doğum ve ölüm tarihi yazıyordu.

Üst katın merdivenlerini çıktığımda bir bozkırın ortasında gökkuşağının altında orta yerde duran bir taş bir binanın resmi karşıma çıktı. Tek başına kalmış yuvarlak kubbeli taş ermeni kilisesi sınırın ortasında, tepesinden gökkuşağı iki yanın toprağına renklerini saçıyordu. Bir kuş gibi kanatlanıp genişçe bakınca dağın eteklerine sanatçının gözünden, değince gökkuşağına, inişim hızlı oldu.

Sağ tarafımdan gelen sese yöneldim. Alt katta portrelere bakarken merak ettiğim uğultunun kaynağına gittim önce. Beyaz tabureye çöküp, torun Norair Chahian ile dedesi Avedis’in yolculuğu ile ilgili videoyu seyrettim. Denizi, vapur yolculuğunu, kadını, çocuğu, yağmurlu yolu ve kuşlara daldım bir süre.

Sağdan duvardaki fotoğraflara bakmaya devam ettiğim de 2012 de çekilmiş insan yüzleri gördüm. Bir fotoğrafta dört kuşak kadın yan yana duruyordu. Resmin üzerinde 'Herkes her şeyi biliyordu' yazısı var.

İnsanlar yüzleri ve doğanın içinde artık terkedilmişlikten arkeolojik bir yapı halini almış binaların fotoğraflarının mekandaki döngüsünü takip ettiğinizde, fotoğraflardaki mekanların içine giriyorsunuz sanki. Dört kuşak öncesinde onun gibi fotoğrafçı olan dedesinin çektiği hatta envanterlerin de olduğu mekanda geçmişten gelen duyguya dokunur gibi nesnelere bakıyorsunuz.

Urfa’da baba ocakları olan evden sürüldükleri yerin bir köşesinde, taşın üzerindeki yazılar hala duruyor. Onun üzerinde askeri darbenin izini taşıyan yazılar var.

Deli Sarkis / Talas (2012) ile başlayan döngümü, 'Benimle konuşan güçlü taş ve duvarların arasında konutların ve insanların peşine düştüm' dediği fotoğrafların, sonunda Kayseri’de bir binanın kapı girişinde herhalde yazılmış bir başka yazı da, “Disiplin kültürden üstündür” Kant, yazısı ile tamamladım.

İkinci katta çıkıp çıkmama konusunda tereddüt yaşadım. Bünyem doldu gibi hissetim. Karnım da acıkmıştı. Sonra diren dedim bir kat merdiven daha çıkıp N’akışlar sergisinin içine düştüm.

Önce renkli el işlerini bakıp bunları biliyorum, anneannem de işlerdi diyerek sergiye başka anlamlar yüklemeye çalıştım, küçük yazıları okuyarak.

Dönüp dolaşıp en başa geri döndüğümde duvardaki insan hikayesini okudum.

Siyah beyaz fotoğrafa bir daha baktım, ailenin fertlerinin kocaman açılmış gözlerine tutuldum bu sefer. Kendimi çekip sese gittim ve oturup sergiyi görsel olarak izledim. İzlerken kalkıp gitmek istedim. Sonunu bilmek istemedim, bitmeden kalktım ama gitmedim.

Kapıdan çıkarken, imza defterinin üzerinde duran yeşil otların ne olduğunu anladım.

Onlar çiçekleri koparılmış, gelin çiçeklerinin saplarıydı. Tıpkı Hripsime Sarkisyan’ın beyaz bir mendil’in dört kenarına işlediği dört çiçek gibi. Kapıdan girdiğimde sol yanımda, duvarda asılıydı. Evlendiğinde kendi adetlerine göre bir evlilik cüzdanı olmamıştı o yüzden oradaki amblemi bir başka örtüsüne işlemişti gözleri hayretle kocaman açılmış kadın, kızı ateşlenip öldüğünde onu kendi kültüründe merasim yapıp görmemiş.  Babası öldüğünde mezarının nerede olduğunu da bilmiyordu, o yüzden beyaz bir zemin üzerinde siyah çarpıların yoğun olduğu bir motif işlemiş, motiflerin yoğun işlendiği yer sanki kargaların bir cesedi parçaladığını resmediyor.

İlkeli “sanatta” usta kılan bilinçaltına kulak vermesidir, demiş Jung.

Ruhumuz, somut gerçekler karşısında sıkışınca bir patlama yaşar, kendini onarmak için yaptığı sanat olur. Bunun gibi bir şeyler işte.

Son söz anneannesinin, 'Sakın bunları kimseye anlatmayın' demesine rağmen bu sergiyi düzenleyip onun psikolojik tahlilini nakışlarda yapan toruna ait.

O diyor ki, 'Özür dilerim anneanne, sakın demene rağmen hikayeni anlattığım için', Çünkü bizi insan yapan tek şey başkasının acısını hissetmektir. (Anita Toutikian)