Derler ki Hasan Ali Toptaş’ı biraz da Kürt okurları meşhur etmiştir, bu sözün gerçekliği var mıdır yok mudur bilmiyorum.

Üniversite yıllarımda (sanki şimdi çok yaşlıyım da) Hasan Ali Toptaş’ı okur severdik, “Gölgesizler romanı bellek üstüne yazılmış güzel bir kitaptır” görüşümün hâlâ arkasındayım. Kafenin dışına konulmuş masalarda oturur, karşıda bize tepeden bakan çıplak dağlara ve kentin uğultusundan sıyrılıp hemen yanı başımızda kuşlar gibi cıvıldaşıp duran sevgililerin seslerine kulak verip yalnızlığımızı yüreğimizin ta derin noktasına kadar hissederek iç geçirirdik. Biz yalnızdık, hem de yapayalnız, üç dört sap erkek… 

Yalnızlığımıza daha da anlam katmak için “Okumuyor bunlar abey, okuyorlarsa da boş kitaplar okuyorlar!” gibi beylik laflar edip dururduk. Sanki kız arkadaşımızın olmamasının tek nedeni boş kitaplar okumamış olmamızdı, onların ise kız arkadaşlarının olmasının tek nedeni boş kitaplar okumuş olmalarıydı. Şimdi çok iyi biliyorum ki bu işte biraz beceri ve birazı da içinde yetiştiğin kültür var. Annemle babam ben daha ilköğretimin başındayken “Oğlum kızlardan uzak dur, onlar tehlike saçan tuzaklar, seni yolundan etmekle kalmaz hayatından da ederler” diye tembihlerlerdi. Yolumu olmasa da hayatımı severdim o zamanlar; yalnızlığımın kökeninde muhtemeldir ki bu tembihler yatar, sonrasında bir vampire dönüşmemde de yine aynı tembihler...

Hiç anlamadığımız Faust’u ve hiç bitiremediğimiz Ulysses’i okuyup yutmuşuz gibi ballandıra ballandıra anlatırdık. Birde Anadolu’nun bağrından çıkmış yazarları da es geçmediğimizi göstermek için Hasan Ali Toptaş’ın adını anarak, ne kadar da iyi edebiyat okuduğumuzu belli etmeye çalışırdık etrafımızdakilere. Masamıza çok sonraları düşen arkadaşlardan biri sap değildi, onun da kitapla arsındaki mesafe Dicle nehri kadar uzundu.

Hasan Ali Toptaş’ın Heba romanına katlanamadım (aslında yazarın bütün kitapları tek bir kitaptır desem yanılmış olmam, belki her kitap bu ana kitabın sadece bir bölümünü oluşturur), eline tekbir kitap almamış (en azından ben kadının kitap okuduğuna ya da kitap okumuş olduğuna dair hiçbir ize rastlamadım, itiraf ediyorum kitabın çoğunu okuyamadım), vaktinin çoğunu evde geçiren, belki örgü ören, yaşlı bir kadının o süslü ve şiirsel anlatımı… İnandırıcı olmaktan uzaktı (sizi bilmem ama beni inandıramadı), ki bu dil yazarının dilinden başkası değildi, ki bütün kitapları aynı dil olmakla birlikte karakterleri de her nasılsa aynı dille konuşur. Şimdi de Kuşlar Yasına Gider romanını elimde tutuyorum, daha ortalara bile varmadım ama her an bırakabilirim.

Yahu arkadaş, bunun adı yazı dili aynı zamanda, sen ne bekliyorsun, elbette ki biraz süs biraz abartı olacak, kahvehaneyi bile tasvir ediyorsa gerçekte olan kahvehaneleri değil de kafasındaki kahvehaneyi tasvir edecek hem de sayfalarca. Mesela treni beygire benzeten fi tarihinden kalma aynı ihtiyar baba broşür sözcüğünü kullanmaktan çekinmeyecek ya da aynı ihtiyar sağlık sorunlarından ötürü günün birinde Eskişehir’den ta Ankara’ya gelecek, belki yıllardır görmediği gelinine ya da torununa bir hoşçakal bile demeden ertesi gün memleketinin yolunu tutacak, sizi bilmem ama benim tanıdığım hiçbir ihtiyar yapmaz bunu, hele ölüme yakın bir ihtiyarsa asla, gelini es geçer belki ama torunlarının hafızasında iyi ve güzel hatırlanmak ister; ya da ne bileyim yazar olan kahraman bir kitapçıya gidip kaybettiği birinci baskı Sterne’nin Tristram Shandy’sinin üçüncü baskısı gelip gelmedi mi diye sorabilecek (üçüncü baskıdan bir değişiklik mi bekliyorsun, öyle bir şey yok, son baskısı geldi mi diye sorsan bozulur mu ve daha bir sürü sıkma, daha romanın başındayım oysa) diye dışınızdan olmasa da (nasıl olsa sizler kibar beyefendilersiniz ya, hem de Proust’un o eşsiz nezaketteki karakterleri gibi) içinizden bana sövüp sayabilirsiniz. Evet biliyorum, sayısız roman yazıldı hiç de konuşma diline göre olmayıp karakterlerin karşılıklı oturup sayfalarca konuştuğu bölümler var, bunda inanın sıkıntı görmüyorum, hatta affedersiniz ben onlardan çok da okudum. Ama anlatıcı romanın bir kahramanıysa işte orda dururum. Yüz yıl önce yazılmış böyle romanlar ve öyküler oldukça da fazladır. Ne yalan söyleyeyim, günümüzde yazılmış böyle bir romana artık katlanamıyorum. Anlayın, kapıcıyı küçümsediğimden değil, ama hayatında eline kitap almamış kapıcıyı bana sayfalarca Homeros gibi konuşturmayın, kimse gülmese de ben gülerim.

Ben pinti biri değilim, her paranın her kuruşunun hesabını yapan biri hiç değilim, hele konu kitapsa, otuz liram varsa yirmisini kitaba harcar on lirasını da kişisel ihtiyaçlarıma ayırır, tüm günümü aç geçirecek birisiyim.

Ama bazı kitaplar için, paramı çaldı bari zamanımı çalmasın diyenlerdenim de aynı zamanda.

Hasan Ali Toptaş kendini tekrar edip duruyor, üniversite yıllarımda kitaplarına duyduğum hayranlık yerini içi boş süslü bir kovaya duyduğum hayranlık kadar kaldı. Bu arada bu kova öyle antika bir şey değil artık, buna da umutlanmayın. Maalesef şimdi gördüğüm tek şey şu: Hasan Ali Toptaş hiçbir şey anlatmıyor, bu gün insanlığın içinde bulunduğu sorunların hiçbiriyle ilgilenmiyor, o sadece güzel tasvirleriyle meşgul; ben buna dil faşizmi diyorum. Kuyudan kovayla su çıkaran ama asla kuyunun derinine inmeye çalışmayan birisi. Bir de o kadar kibirli ki “Ben Beckett ve Şehrazat’ın evliliğinden doğmuş bir çocuğum” diyor. Öyleyse ben de Joyce’un piçiyim, oldu mu şimdi? Doğunun Kafka’sı benzetmesine gelince, nerden uydurdular bunu, peh peh, bilemiyorum.