Dün bir kez daha Anadolu/Mezopotamya barışı haykırdı. İktidara inat, ellerinde rengârenk flamaları, bayrakları, pankartları ile sokaklardan, parklardan, meydanlardan haykırdılar; ne burada, ne orada savaş istemiyoruz. Barış isteyen insanların davranışları, coşkuları, halay ve Dilan’ları, stranları da bir o kadar coşkulu ve özgürlüğe davet oluyor. İstanbul, Diyarbakır, Ankara, Mersin, Van, İzmir, Antep… Şehir şehir, insanlar sokaklara akarken “barışı görmeden ölmek yok” diyen Amed’li 80 yaşındaki bir ninenin hayalini gerçekleştirmeye koştular. Barış, binlerce kilometre insan zinciri olmuştu. Bir Pazar sabahının güneşi ile çocukların, kadınların, yaşlıların el ele birlikte bu heyecanı yaşaması belki bu defa barış hayal olmaktan çıkacak iyimserliğini de yarattı.

Kadıköy İskele meydanında bu coşkular yaşanırken sahnede acı bir kaybın anonsu yapıldı. Bir kez daha erkek şiddeti bir kadının hayatını elinden almıştı. BDP Kadın Meclisi ve DÖKH üyesi Nazliye Sincar 1 Eylül Dünya Barış Gününde on yıl önce boşandığı eski kocası tarafında barış mitingi için yola çıkarken sokağında öldürüldü. Bu haber ile birlikte meydan öfke içinde bir kez daha barışı haykırırken bunun hiç de kolay olmayacağını anlatıyordu. Yaşanan bu kadın cinayetleri de tıpkı savaşlara davet çıkaran buyurgan/statükocu erkek egemen sistemin bir parçası. Bu anlamıyla da barış demek sadece karşılıklı güçlerin çatışmalarını ortadan kaldırmak değil, aynı şekilde kendi hayatlarımızda, sokaklarımızda erkek egemen zihniyetin ürettiği bütün şiddet biçimlerinin ortadan kalkmasıdır. Bunun bilincinde olan kadınlar yıllardır bütün engel, şiddet ve baskılara rağmen her yerde her şekilde barış için mücadeleye devam ediyorlar.

Meydanlar barış derken özellikle üç başlık vardı gündemde. Birincisi; Newroz’da başlayan barış sürecinin devamı için AKP hükümetinden somut adımların beklenmesine rağmen bu durumu görmezden gelmesinden kaynaklı kaygıların artması. İkincisi; Rojava da halkların birlikte inşa etmek istedikleri özgür/özerk bir yaşama karşı Türkiye’den destek alarak saldırmaya devam eden çetelerin durumu. Üçüncüsü de; Suriye için uluslararası müdahale çağrısı. Her üç bağlamda da ne yazık ki AKP’nin sergilediği durum gerginliklerin artmasına neden oluyor. Aslında AKP/devletin durduğu yer bir kez daha şiddet/savaş çağırarak kendisine bunun üzerinden bir alan yaratma arayışıdır. Bir taraftan kendisini barış yanlısı, çatışma/savaşı bitirmek isteyen bir taraf olarak göstermeye çalışırken diğer yandan da barış için adım atmayarak gerçek tavrını açık etmiş oluyor. Bunu Rojava ve Suriye politikalarında bir kez daha görüyoruz. Rojava’daki özgür/özerk yaşama barışçıl geçişi içine sindiremediği için El Nusra gibi çete örgütleri Kürtlerin üzerine sürmekten bir beis görmedi.

Aynı politikasını Suriye’ye uluslararası müdahaleyi çağırırken de yapıyor. En kötü olan ise bu kadar barıştan konuşan bir Başbakanın bu kadar şiddet, çatışma, savaşa çağrı yapmasını hala geniş kitlelerin bir çelişki olarak görmek istememesidir. Uluslararası kimi güçler, devletler havadan sınırlı bir saldırı üzerine konuşurken AKP hükümetin “bu yetmez” çağrılarının ne anlama geldiğini bu kitlelere sormak lazım. İki gün önce dört generalin yer aldığı Genelkurmay Başkanlığı heyetinin Hatay ziyaretini Türkiye’nin karadan savaş beklentilerinin bir sonucu olarak mı okumak gerekiyor. Ortadoğu politikalarından ‘bir koy on al’ gibi bir yaklaşım Türkiye hükümetlerinin hemen hemen hepsinde görülen bir politik durum. Bu defa da AKP/Tayip Erdoğan benzer bir duruma iştah kabartmış olabilir. Bu haliyle hem Rojava’da gelişen özgür/özerk alanı kendisi için sorun olmaktan çıkaracak ve hem de Suriye’deki doğal gaz ve petrolün paylaşılmasında kendisinin pazar alanını genişletecek.

İşte bu noktada başka bir sesin daha gür çıkması gerekiyor. Barış için sokaklarda yürümek, meydanlarda haykırmak yetmiyor. Bunun daha somut pratik adımları da olmalıdır. Yoksa gene birleri bizim hayatlarımız üzerinden bir kez daha savaş demeye devam edecek. Bunun bir adımı savaşın insan malzemesini kurutmak için vicdani reddir. Savaşların boyutlandığı süreçlerde daha çok artar bu ses, Birinci Dünya Savaşı’nda, Vietnam Savaşı’nda öyle oldu. Birinci Dünya Savaşı'nda yüz binlerce sistem karşıtı, muhalif (hümanist, sosyalist, anarşist) insan, yaşanan savaşı bir emperyalist savaş olarak nitelendirerek "bu savaş benim savaşım değildir" demiş ve kendilerini savaş malzemesi olmaktan çıkararak askere gitmemişlerdir. Vietnam Savaşı'nda binlerce ABD'li genç insanın askere gitmeyi reddettiklerini görüyoruz.

Ben de bir vicdani retçi olarak bir kez daha AKP hükümeti tarafından savaş çığırtkanlığının bu denli arttığı bir zamanda çağrımı yineliyorum, bu çağrımı birçok vicdani retçi arkadaşımın çağrısı olarak da okuyabilirsiniz. Gelin daha çok, daha kitlesel bir şekilde meydanlardan doğru savaş hazırlığı yapan bu hükümete/devlete "bu savaş benim savaşım değildir, askere gitmiyorum, savaşın insan malzemesini kurutmak için vicdani reddimi açıklıyorum" diye seslerimizi çoğaltalım. Vicdani ret, yasalara sığdırılamayacak kadar meşru ve de insani bir taleptir, gücünü de buradan almaktadır. Başka bir yaşam mümkündür sözümüze pratik anlam kazandırmak için bir adım daha. Gelin hep birlikte 80 yaşına gelmiş Amed’li ninenin, Beritan’ın, Mazlum’un, Aghavni, Armen, Onur, Amre, Alex, Erva, Barış ve Eylem’in hayalleri için, kendi hayallerimiz için “askere gitmiyorum” diyelim. Hep birlikte daha çok bu “suç”u işleyelim. Halkların barış talebi hayal olmaktan çıksın, bunu biz istersek çiçeklenir bu topraklar, tıpkı Bertolt Brecht’in “barış ağaç değil, ot değil ki yeşersin: sen istersen olur barış, istersen çiçeklenir” dediği gibi.