Biri şairdi tüm dünyanın tanıdığı… Diğeri insanlığın evrensel değerlerini yücelten romancı… Emek, özgürlük, eşitlik, adalet, erdem gibi insanî değerleri onların eserlerinden öğrenecektik.

Biri şairdi, biri romancı: Yolları Bursa Cezaevi’nde kesişmişti.

İkisi de mahpustu ya, tutsak edildiklerinde hapishaneyi okula çevirmişler, daha çok üretmeye başlamışlardı. Biri Nâzım Hikmet’ti, diğeri Orhan Kemal…

Nâzım şiirde, Orhan Kemal roman ve öyküde toplumcu gerçekçiliği benimseyecekti. Aslında Orhan Kemal de Nâzım gibi şâir olmak isterdi ama bu alanda muvaffak olamayınca yine Nâzım’ın önerisiyle düzyazıya yönelecekti.

Bir yazısını okuduktan sonra Orhan Kemal’e şöyle diyecekti usta şâir:

“Birader neden söylemediniz bunları... Siz düzyazı yazın, düzyazı... Bir küçük hikâye deneyin, göreceksiniz ki başaracaksınız...”
Başarmıştı: Ekmek Kavgası, Cemile, Hanımın Çiftliği, Murtaza, Müfettişler Müfettişi, Üçkâğıtçı, 72. Koğuş gibi Türkiye edebiyatında toplumsal gerçekçiliği doruk noktasına çıkaran eserler yazmıştı.

Pamuk ve pirinç işçilerinin, kenar mahallelerde yaşayan insanların, emekçilerin hayatta kalma mücadelesini, ağalık sisteminin köylüyü nasıl sömürdüğünü anlatmıştı.

Nâzım ise sevgiyi, aşkı, hasreti dokumuştu şiirlerinde ilmek ilmek:

“Hoş geldin kadınım benim hoş geldin / ayağını bastın odama / kırk yıllık beton, çayır çimen şimdi / güldün, / güller açıldı penceremin demirlerinde / ağladın, / avuçlarıma döküldü inciler / gönlüm gibi zengin / hürriyet gibi aydınlık oldu odam.”
Ve… Hürriyet, kardeşlik, emek, yaşam, umuttu şiirlerinde işlediği… O, mavi gözlü bir devdi…

Nâzım’ın hayranıydı Ahmed Arif; yaşamı sevda, sevdası yaşam olan bir şâirdi…  Çok sevmişti Leylâsını, hasretinden prangalar eskitecek kadar hem de. O da tıpkı diğer ustalar gibi ağır bedeller ödemişti sanat yaşamında. Halkın ozanı olmak kolay değildi. “Acı çekmek de bir yerde sevda gibidir, her kula nasip olmaz” derdi.

Nâzım Hikmet, Orhan Kemal, Ahmed Arif… Edebiyatımızın üç önemli yazarı! Üçü de “Halkın sanatı mı olur?” diyenlere inat ezilenlerin, sıradan insanların sanatını temsil etti.

Dün Orhan Kemal ve Ahmed Arif’in, bugün de Nâzım Hikmet’in ölüm yıldönümü. Onları sevgiyle analım.

“FİKRİNİZ HÜR, KALEMİNİZ GÜÇLÜ OLSUN”

Bugün aynı zamanda 2012’de büyük bir heyecanla adım attığım, acı tatlı günlerimizin geçtiği Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik bölümünden mezuniyete adım attığımız gün. Son final sınavına girdik bugün fakültede.

O sınav da Alan Muhabirliği dersinin sınavı oldu. Dersin hocası Doç. Dr. Besim Yıldırım sınav kapsamında haber yazmamız için verdiği metinde şöyle diyordu:

“Dört yıldır yaşadığınız, birçok kere soğuğuna ve insanına kızdığınız, gitme günün iple çektiğiniz bu şehirden ve öğrencisine, hocasına, idarecisine kızdığınız bu fakülteden çok kısa bir süre sonra ayrılacaksınız. Ancak şunu iyi biliniz ki şu an sevmediğinizi iddia etseniz de, öğrenciliğinizin geçtiği, daha ‘küçükken’ gelip burada ‘büyüdüğünüz’, olgunlaştığınız, âşık olduğunuz, parasız kaldığınız, sevgilinizle, dostlarınızla gezdiğiniz, hayatın cilvelerine karşı tek başınıza kaldığınız bu şehri özleyeceksiniz.”

Mücadelenin, aşkın, sevginin, dostluğun; kavgamızın şehri oldu Erzurum. İnandığımız değerleri savunduğumuz, kendimizi daha çok tanımamıza ve görece tabularımızı yıkmamıza vesile olan, başka başka şehirlerden insanlarla sağlam dostlukların temellerinin atıldığı, dayanışmanın yaşandığı ve evet ilk defa âşık olduğumuz… Yollarının, meydanlarının, kafelerinin, kitapçılarının hep bir şeyler fısıldadığı şehir…

Nasıl anlatılır ki?

Şimdi dört yıl boyunca eğitimini aldığımız mesleğimizi icra edebilmekte sıra. Mezuniyet günleri değil de başka bir zaman olsaydı, birçoğumuzun bildiği gazetecilikteki sorunlardan bahseder, umutsuz bir cümle kurabilirdim. Ama bunu yapmak yerine en azından mesleği yapabilmek için mücadelesini vermemiz gerektiğini hatırlamak daha anlamlı olacaktır.

Yalnız yaşamlarımızı idame edebilmek için değil, mademki gazetecilik toplumsal bir meslek, o halde topluma karşı duyduğumuz sorumluluktan dolayı umut her zaman olmalı.

Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın katkılarıyla kurulan Journa adlı internet sitesinde, mezun olacak gazeteci adaylarına bazı tavsiyeler sıralanmıştı. Hemen ana akım gazete ve televizyonlara girmek yerine alternatif medyanın olduğu, uzun vadeden önce orta vadede yükseltecek iş bulunması hatırlatılarak; barış gazeteciliği, çözüm gazeteciliği gibi türlerin araştırılarak nasıl bir gazeteci olunacağına bu şekilde karar verilmesi, politik gündeme ve hiçbir iktidara yaslanmamak gibi bir dizi öneri sıralanmış. İncelenmesinde fayda olsa gerek.

Son cümlelerde iki şey aklımda yankılanıyor. Biri Besim hocanın “Fikriniz hür, kaleminiz güçlü olsun” düsturu, diğeri de usta gazetecilerden Sedat Simavi’nin “Bu meslek yorucu bir meslektir. Ama insan büyük bir zevkle çalışır. Kalemine daima efendi kal, uşak olmamaya gayret et. Mecbur kalırsan kır ama sakın satma” sözleri.

Bir de demişti ya şâir, “Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş.” O sadanın büyük bir hatırı var. 4 yıl boyunca kahrımızı çeken Hakan Temiztürk, Besim Yıldırım, Elif Küçük Durur, Abdülkadir Atik, Salih Seyhan, Şenkaya Ören hocalarıma bize kazandırdıkları için müteşekkirim. İyi kötü günlerimizin geçtiği arkadaşlarımı ise sevgiyle hatırlıyorum.

Şiir gibidir günler biraz da… Nâzım ustanın dizelerindeki gibi:

“Hoşça kalın dostlarım benim, hoşça kalın! / Sizi canımda, canımın içinde, / kavgamı kafamda götürüyorum. / Hoşça kalın dostlarım benim hoşça kalın... / Resimlerdeki kuşlar gibi dizilip üstüne kumsalın, / mendil sallamayın bana. / İstemez... / Ben dostların gözünde kendimi / boylu boyumca görüyorum.”