Prof. Dr. Taner Timur, ”Davutoğlu itibarının zedelenmemesi için elinden gelen her şeyi yaptı ve bence çok da yanlış yaptı. Kendisini illegal bir şekilde iktidardan kovan bir şahıs için “onun onuru benin onurumdur” diyebildi. Ve zedelenen de “dava”dan çok kendi itibarı oldu.” ifadelerini kullandı.

Evrensel’den Serpil İlgün’ün sorularını yanıtlayan Taner Timur’un açıklamaları şöyle:

Siyaset gündeminin odağında başkanlık sistemi var. Ancak önce Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun görevden alınmasını sizin nasıl değerlendirdiğinizle başlayalım. Kürt sorunundan Suriye politikasındaki sıkışmışlığa, AB ve ABD ile ilişkilerden Anayasa değişikliğine kadar uzanan etkenler sıralanmakta ama sizce Erdoğan, Davutoğlu’yu neden gönderdi?

Sıralamış olduğunuz nedenlerin hepsi de kuşkusuz bu konuda rol oynadı, fakat bunların bir ortak paydası var: Erdoğan, Davutoğlu’yu “mutlak iktidar”ına bir engel olarak gördüğü için gönderdi. Yoksa “kutsal dava” konusunda aralarında “bir milim” bile fark yok! Bu konuda söylenenlere bir şey eklemek istiyorum. Davutoğlu, Erdoğan’la yaptığı görüşmeden sonra yaptığı veda konuşmasında aynen şunu söylemişti: “Karizmatik liderlerden sonra bir boşluk doğar ve bu boşlukta partiler yavaş yavaş kendi özelliklerini kaybetmeye başlarlar.” Aslında bu sözler ne yapmak istediğinin de itirafıdır. Bir “boşluğu” doldurmak istiyordu. Zaten bunun işaretlerini Nisan ortalarında Kocaeli AKP “Gençlik Çalıştayı”nda yaptığı konuşmada vermişti. Bu toplantıda Erdoğan’ın adı bir kez dahi geçmedi ve gençler kendisini tempo tutarak, coşkuyla alkışladılar. Başka hiçbir neden olmasa dahi, sırf bu konuşma bile Erdoğan’ı çıldırtmaya yeter! Salonda yeni doğmakta olan bir “karizma”nın işaretleri vardı. Kavramın mucidi olan Max Weber, “karizma”ların sönüş şekillerini de anlatmıştı. Bunun bir şeklinin de yeni bir karizma sahibinin ortaya çıkması olduğunu söylemişti. Weber etkisiyle mi bilemem, ama gördüğüm kadarıyla Davutoğlu’nun denediği şey de buydu. Ne var ki 4 Mayıs’ta da Erdoğan, kendisine, “Ortada boşluk filan yok; dur bakalım!” dedi.

“Düşük profilli başbakan”, Erdoğan’ın kafasındaki geçiş sürecinin krizsiz geçmesini sağlayabilir mi?

Sanmıyorum. Bugünkü koşullarda aklı başında olan kimse “yok hükmünde bir başbakan” olmak istemez. Görmüyor musunuz, Berat Bey, kendisini adaylar arasında sayanlara, “Bu Erdoğan’ın zekasından şüphe etmek olur!” dedi. Ben bu cümleyi, “Beni korur, asla harcamaz” şeklinde anladım. Kendisi için bu koşullarda Başbakan olmaktansa, Başbakandan daha güçlü konumda bir bakan olmak çok daha iyi olur. Başbakanlık koltuğunu yıldırım çarpacak gibi görünüyor.

Cumhurbaşkanı, Anayasa ve yasalarda böyle bir yetkisi olmadığı halde seçilmiş Başbakanı görevden alıyor ve ‘darbe’ olarak adlandırılan bu müdahale meşrulaştırılıp, normalleştiriliyor... 4 Mayıs operasyonu nasıl bu kadar olağan kılınabiliyor?

Adım adım, alışa alışa bu noktaya kadar geldik. Çok yazık. Bu ülkede geçmişte de Anayasa ihlalleri yaşandı; fakat ilk kez iktidar sözcülerinin Anayasa ihlalini açıkça ilan ettiklerini ve savunduklarını görüyoruz. “Başkanlık rejimi zaten fiilen gelmiştir” diyorlar; “artık hukuku da buna uydurmamız lazım.” Hatta Sabah gazetesi bunu ilk sayfasında manşet bile yaptı. Oysa bunun anlamı, hukuk dışı yollarla yapılmış bir hükümet şekli değişikliğidir; bir darbedir. Basit bir Anayasa ihlali değil, Anayasanın fiilen rafa kaldırılması demektir. TCK’nın 309’uncu maddesinde de çok ağır bir hükme bağlanmıştır.

Davutoğlu müdahalesinin AKP içindeki yansımalarını nasıl değerlendirirsiniz? Kimi yorumculara göre kongredeki tablo AKP’li “kırgınların” yeni parti kurma arayışlarını hızlandırabilir. Hatta AKP ve MHP küskünlerinin birlikte yeni parti kuracağı bile dillendiriliyor. Gözleminiz ne? “Hocacılar” ile “Reisçiler” kapışması derinleşerek, bir yarılmaya dönüşür mü?

Bu konuda fazla bir bilgiye sahip değilim. Fakat biraz önce de söylediğim nedenlerle bu gibi gelişmeler çok da şaşırtıcı olmaz. Gördüğüm kadarıyla Davutoğlu operasyonu AKP medyasında hiç de bir bayram havası yaratmadı. O cephede daha çok burukluk ve rahatsızlık rüzgarları esiyor. Türkiye’de sınıf kavgası şu sırada daha çok egemen sınıflar içinde bir “paylaşım kavgası” olarak cereyan ediyor. Erdoğan ve İslamcı çevrelerdeki “antikapitalist” temalar bir demagojiden ibaret. Suriyeli göçmenlerle de beslenen büyük bir “rezerv işçi ordusu” emekçileri pasif bir konuma itti.

Erdoğan ve dayandığı sınıflar bu kavgayı teşvikler, devlet ihaleleri ve “faiz kavgası” ile yürütüyorlar. Eğer bu faiz silahını zorlar da döviz kuru patlamasına ve krize yol açarlarsa, büyük sermaye, hak ihlallerinden ve anayasa ihlalinden çok daha sert tepkiler verir. Bunun öncü işaretleri de yok değil. Asıl siyasal bölünmeler, hatta yok olmalar bizde böyle krizler eşliğinde cereyan ediyor.

‘DAVA’DAN ÇOK DAVUTOĞLU’NUN İTİBARI ZEDELENDİ

Davutoğlu operasyonu, en çok da Davutoğlu tarafından altı sıklıkla çizilen “AKP bir dava partisidir” algısını da zedeledi mi?

Zedelememesi için Davutoğlu elinden gelen her şeyi yaptı ve bence çok da yanlış yaptı. Kendisini illegal bir şekilde iktidardan kovan bir şahıs için “onun onuru benin onurumdur” diyebildi. Ve zedelenen de “dava”dan çok kendi itibarı oldu.

Davutoğlu operasyonuyla Erdoğan’ın diktatörlüğünü daha da güçlendirip sağlamlaştırdığına ilişkin pek çok yorum yapılıyor. Diğer yandan toplumun kafasında da gücünü giderek artıran bir lider imajı var. Saray müdahalesini diktatörlük tartışmaları üzerinden nasıl değerlendirirsiniz?

AKP’ye oy verenler arasında açık açık, “Bunlar çalıyor, ama ne yapalım? Alternatif nerede?” diyen önemli bir kesim var. Bunlar “istikrar” diyorlar; kerhen oy veriyorlar. AKP 1 Kasım seçimlerini bu korkuyu kullanarak kazandı.  Kırılgan bir ekonomide ve kriz paranoyası içinde yaşıyoruz. Sadece Türkiye değil, 2008 yılından beri dünya da böyle. Aslında AKP sözcülerinin iddialarının aksine, kapitalist metropoller Türkiye’de büyük bir kriz istemiyorlar.

Böyle bir kriz çıkarlarına aykırı; bu, küresel sermaye sisteminde hassas noktalarda başka krizleri de tetikleyebilir. Batılı müttefikler arasında Erdoğan’a güvenin kaybolduğu belli; bu konuda Batı’nın en güçlü yayın organlarının yazdıklarına bakmak yeter. Bakan ve başbakanların düşünüp de söylemek istemediklerini onlar söylüyorlar. Türkiye ekonomisi, bağımlı bir ekonomi; 1930’ların Almanya’sı gibi dünyaya meydan okuyacak hali yok; yine de bunu yaparsanız gülünç oluyorsunuz; 1970’lerde ünlü anayasacı Maurice Duverger, bağımlı ülkelerde kurulan askeri rejimlere “dışarıdan ithal edilmiş faşizmler” diyordu

ASIL DİRENÇ ASKERLERDEN DEĞİL CHP’DEN BEKLENİRDİ

HDP’nin 7 Haziran’da aldığı oy (ve Rojava’da edindiği pozisyon) devletle, Erdoğan’ı uzlaştırdı. Kürtlerin güçlenmesine karşı statükoyu korumak, bu uzlaşının temel saiki oldu” tespitlerinden hareketle soralım; AKP-devlet uzlaşısı, sistem değişikliğini de içeriyor mu?

Sanıyorum “AKP-Devlet uzlaşısı” derken, AKP-TSK uzlaşısı demek istiyorsunuz. Nihayet iktidar partisi on dört yıldır iktidarda ve “Devlet”i ele geçirmiş vaziyette. İşaret ettiğiniz konu ise soru işaretleri ile dolu. Yaşanan skandal davalardan sonra arada tam bir uzlaşma olacağını sanmıyorum. Aslında AKP’nin Kürt politikası başından itibaren İslamcı politikasının bir parçasıydı ve Türkleri olduğu gibi Kürtleri de böldü. Şimdi bu politika, laik bir rejimde Kürtlerle bir arada yaşamanın tek şansı olan HDP’yi de Meclisten dışlamayı hedefliyor. Bu konuda asıl direnç Mecliste bulunmayan askerlerden değil, CHP’den beklenirdi; fakat maalesef Kılıçdaroğlu, “Anayasaya aykırı olduğu halde, öneri lehine oy vereceğiz” diyerek inanılmaz bir duruş sergiledi. Dileriz sadece CHP vekilleri değil, AKP vekillerinin de önemli bir kısmı bu öneriyi desteklemezler.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Başkanlık sistemini kan dökmeden gerçekleştiremezsiniz” ifadesi, “devlet aklının” başkanlığa onay vermediği şeklinde yorumlanabilir mi?

Farklı ifadeyle, “Devlet aklı”nın değil de, tüm özgürlük savaşçılarının hedefi olarak yorumlanmalıdır. Burada “kan dökme” sözcüğünün mecazi olarak kullanıldığı kanısındayım. Bizim savaşçı geleneğimizde böyle şiddet ifadeleri maalesef hayli hafiflikle kullanılıyor.

“Tarihimizi 1919’dan başlatan anlayışı reddediyorum”, “Kut’ül Amare zaferi Türkiye Cumhuriyeti’ne ruh ve mana vermiştir”, “Türkiye ile birlikte tüm ümmetin hatta tüm insanlığın geleceğini inşa etme vazifesinin imam hatiplilere verildiğini düşünüyorum.”… Son bir ayda Erdoğan tarafından dillendirilen bu ifadeler, TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın laikliğin Anayasadan kaldırılması talebiyle birleşince, endişeler arttı. Erdoğan’ın “Yeni Türkiye” tasavvurunda ne var? “Türk tipi başkanlık” ve “milli, yerli Anayasa” talebinin aslında İslami bir devlet yapısı öngördüğü yönündeki yorumlara katılır mısınız?

Bugün Ortadoğu’da yaşanan ve maalesef tüm aksi iddialara rağmen bizim de bir parçası haline geldiğimiz mezhep kavgaları Avrupa’da yüzyıllar önce yaşanmıştı. Ulusal duyguların da filizlendiği bu dönemde Batı’da “Cujus regio, ejus religio” (her ülkeye, kendi dini) anlayışı hakim oldu. Şu anda İslam dünyasında yaşanan da budur: Her ülkeye kendi dini.

İran başka, Mısır başka, Suudi Arabistan başka, Türkiye başka! Son zamanlarda çok eleştiri konusu oldu, ama bu ülkede laik cumhuriyetin ilanı önemli bir devrim ve önemli bir aşama teşkil etti. Bizde hukuk, ahlak ve ilahiyat konularında derin kökleri olan, işlenmiş, çağıyla barışık bir İslami kültür mirası yok. Ufukta nasıl bir “İslamcı Devlet” tasarısı olduğunu anlamak için Erdoğan ve çevresinin yaşam tarzlarına bakmak yeterli. Tesettür, içki yasakları, en az üç çocuklu aileler, helal satış yerleri, helal turizm mekanları, faiz yerine “kâra iştirak”, mümkün olduğu kadar çok insanın camiye gitmesi vb. İşte son yıllarda en çok uygulanmak istenen şeyler bunlar. Bin yıl önce İslam dünyasında din daha ileri bir düzeyde tartışılıyordu. Bu koşullarda bugün bizi tehdit eden rejim de bu ritüelin mümkün olduğu kadar çok kişiye empoze edilmek istendiği bir zorbalık rejimi oluyor.

İçeride ve dışarıda savaş durumundan medya ve ifade özgürlüğü önündeki engellere, demokrasi güçlerinin AKP politikalarına karşı sergilediği muhalefet karnesini nasıl değerlendirirsiniz? Muhalefetin etkisi/gücü nasıl artırılır?

Bizde medya özgürlüğü denilince daha çok gözaltına alınan, tutuklanan, hüküm giyen yazarlar akla geliyor. Oysa son sekiz on yıl içinde yerinden olan, işinden atılan gazetecilerin haddi hesabı yok. Bırakınız muhalif basını, AKP yanlısı basında bile çok sayıda yazar işinden oldu. Böylece ülke de tüm uluslararası kuruluşlarda bu konuda en ağır eleştirilerin hedefi haline geldi. Mecliste de dokunulmazlığı kaldırma silahı yolsuzluklara, hırsızlıklara karşı değil de, siyasi düşüncelere karşı kullanılmaya hazırlanılıyor. Daha önce söyledim; bu yol, çıkar bir yol değildir; bu arada muhalefetten canı yanan çok kimse olsa da, sonunda bu işten en zararlı çıkacak kimseler bizzat bu tezgahı kuranlar olacaktır.