İshak Kocabıyık / Demokrat Haber

Günlerdir genç yaşta kaybettiğimiz yazar Tezer Özlü’nün bir sözüyle dolaşıyorum: “burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi”.

 

Tezer Özlü bunu ne zaman ve ne bağlamda söylemiş bilmiyorum. Ama bu toprakların üstünde kalan bir avuç insanı bundan daha iyi ifade eden bir söz her halde bugün için yoktur.

 

Siyasal, toplumsal, ekonomik tarihi katliamlarla, yok saymalarla, inkâr etmelerle malul bir devlet geçmişimizin olduğu artık sır değil.

 

İmparatorlukla başlayan, Meşrutiyetle devam eden, Cumhuriyetle günümüze kadar uzanan bu maluliyette yönetim şeklinin ne olduğunun bir önemi yok.

 

Yeter ki ötekileştirilecek bir milliyet, azınlık, bir inanç topluluğu, bir zümre bulunsun. Ondan sonra gelsin “bizi sırtımızdan hançerlediler”, “işbirlikçiler”, “hainler” sözleri. Yapılacakları meşrulaştıracak bu sözlerden sonra sıra tehcirlere, toplu öldürümlere, öldürmelere gelsin.

 

120 yıllık tarihimiz bunların adeta tekrarı.

 

Ermeniler, Rumlar, Lazlar, Kürtler, Museviler, Süryaniler, Aleviler, solcular, muhalifler ve daha pek çok kesimin, evvela “işbirlikçi”, “hain” ilan edilerek sonra da (bir devlet politikası olarak) tehcirle, mübadeleyle, sürgünle, katliamla yok edilmeye çalışıldığı bir tarih.

 

Bu gün 12 Mart.

 

41 yıl önce Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının Parlamentoya bir muhtıra vererek, yönetimi sıkıyönetim komutanlıkları eliyle yürütmesinin ve genç ölümlerinin başladığı tarih.

 

Daha sonra her yaşına 2-3 katliamın düşeceğini bilmeden, o tarihte 11 yaşında olan bir çocuğun hafızasına, babasının berber dükkânına alınan gazetelerden Kızıldere katliamının nakşedildiği bir 12 Mart.

 

Sonra neler nakşedilmedi ki?

 

Balyoz harekatı, Denizlerin idamı, Nurhak, Kaypakkaya ve daha pek çok katliam.

 

Solcu, demokrat, muhalif, aydın kıyımı…

 

Daha yakın zamanda ise 12 Mart 1995 Gazi Katliamı.

 

Tansu Çiller’in, Madımak Yangını sırasında 35 kişi yanarak katledildikten sonra “otelin dışındaki vatandaşlarımıza çok şükür bir şey olmamıştır” demesinden çok değil 2 yıl sonra gerçekleşen katliam.

 

Kaç kişinin öldürüldüğü hala bilinmeyen, mahkemesi şehir şehir gezdirilen, arkadaki devlet güçleri bir türlü açığa çıkarılamayan Gazi Katliamı.

 

Bu satırların yazarının, Ankara Demokrasi Platformu sözcüsü olarak 14 Martta Ankara’da yapılan protesto yürüyüşü dolayısıyla aldığı cezayla birlikte hatırladığı Gazi Katliamı.

 

Öldürülen 17 kişinin polis kurşunuyla öldüğünün belirlenmesine karşın en fazla 6 yıl ceza verilen Gazi Katliamı.

 

Polis kurşununun ne kadar değerli olduğunu ise dönemin Başbakanının ağzından çok değil 1 yıl sonra duyacağız: “devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir”.

 

Yarın 13 Mart.

 

Sivas Davasının belki de son duruşma tarihi.

 

İnsanlık tarihinin en karanlık katliamlarından birinin davası, toplumsal olarak unutulma, hukuksal olarak ta zaman aşımı kıskacında.

 

19 yıldır devam eden mahkeme süreci devlet geleneğinin nerdeyse bütün seremonilerinin gerçekleştiği bir süreç oldu.

 

Evvela failler yakalanamadı. Nerde oldukları tespit edilemedi. Kimilerinin aranırken çalıştığı umursanmadı.

 

Aziz Nesin ve Pir Sultan Abdal Kültür Derneği tahrikçi olarak kabul edildi.

 

Şimdi sıra son seremoni de: Zaman Aşımı.

 

Hrant Dink’i iki çocuk kafa kafaya verip öldürdü. Malatya’da Zirve Kitapevini 3 meczup bastı ve sahiplerini kesti. Zaten kadınlar kocalarının dayağını ve öldürmesini hak ediyorlar. Eşcinseller ölse de olur. Pozantı Çocuk Islahevinde yaşananların faili tecavüze uğrayan çocuk. Sayfalarca yazabiliriz bu ölümleri katliamları.

 

Çok azını sayabildiğimiz bu yaşananların bir anahtar sözcüğü olmalı. Bu sözcük büyük harflerle yazacak kadar unuttuğumuz VİCDAN.

 

2 Temmuz katliamının derin devletin, kontrgerillanın, Ergenekon’un, devletin görünmez yüzünün işi olduğundan hiçbir şüphem yok. Tıpkı Maraş katliamında olduğu gibi, tıpkı Hrant’ın katlinde olduğu gibi, tıpkı Gazi Katliamında olduğu gibi, tıpkı faili meçhullerde olduğu gibi, tıpkı 6-7 Eylül 1955’de olduğu gibi, tıpkı Kızıldere’de olduğu gibi.

 

Ama anlayamadığım ve sık sık kendime sorduğum sorunun cevabı bir türlü verilemiyor.

 

2 Temmuz 1993 günü Madımak Oteli önünde toplanan binlerce kişi şimdi nerede ve ne yapıyor?

 

Çocuğu hastalandığında telaş içinde canı yanarak hastaneye koşturanlar, 9 yaşındaki Koray’ın Madımak Otelinde yandığını bilmiyorlar mı?

 

Büyük bir mutlulukla çocuklarının düğününü anlatanlar, Madımak’ta kaç gelinin, damadın yandığını bilmiyorlar mı?

 

Her daim Müslüman ve Türk geçmişleriyle övünenler, bu toprakların Müslüman ve Türk geçmişinden önceki kadim halklarını, kadim kültürlerini yaktıklarını öldürdüklerini bilmiyorlar mı?

 

Ne yazık ki bu soruların cevabı boşlukta asılı.

 

Bu soruların cevabı yok.

 

Bu soruların cevabı bilinse de artık söylenmiyor.

 

Söylenmedikçe, cevap verilmedikçe bilinmeli ki vicdanımız her geçen gün eksiliyor.

 

Yarın ülkenin git gide azalan vicdanı bir sınavdan daha geçecek.

 

Ya “insanlığa karşı işlenen suçlarda zaman aşımı olmaz” denilecek ve böylelikle adalet duygumuz bir sonraki katliama kadar diri kalacak ya da “bu dava zaman aşımına tabi” denecek dava düşecek ve biz biraz daha azalacağız.

 

Yani Tezer Özlü’nün söz ettiği ülke haline daha da yaklaşacağız.

 

Yani sevgili Behçet Aysan’ın dediği gibi “değişen bir şey yok hiç / ölüm hariç / aynı gökyüzü aynı keder”

 

Yarın bu toprakların tarihinde önemli bir gün olacak.

 

Yarın, vicdanın galip geleceğine inanmak istiyorum. Bu ülke de umudun yeşereceğine inanmak istiyorum.

 

Hâlâ kardeşlik ve barışın kalbimizde yer tuttuğunu görmek istiyorum.

 

Her ne kadar zor olsa da…