Ümit  Kıvanç, gazetecilerin kime neye karşı sorumlu olduğunu ve kime karşı sorumlu olaması gerektiğini yazdı. Kıvanç, “Gazetecinin kime karşı sorumlu olması beklenir? Şeflerine? Patronuna? Okurlara/izleyicilere? Devlete?” dedi. 

Ümit Kıvanç'ın P24'te, "gazetecilikte 'sorumluluk' kavramı" başlığıyla yayınlanan yazısı şöyle: 

“Sorumluluk”, gazeteciliğin icapları sayılırken sık sık anılan bir kavram. Gazeteci kime ve neye karşı sorumludur?

Bizimki gibi ülkelerde cevap belli: devlete. Devletin çıkarlarına. Kimi zaman bunlar ülkenin ve milletin menfaatleri etiketiyle sunulsa da, sözkonusu olan birtakım siyasetçi ve bürokratların kararları, konumları, politikaları, çıkarlarıdır. 

Böyle bir kavramı tartışmak için çok münasip zamandayız. 650 gazeteci hakkında attıkları tweet’ler nedeniyle soruşturma açıldığını öğrendiğimiz, Ahmet Şık’ın bu defa da Fethullah’sız, Cemaat’siz ortamda gözaltına alındığı günlerde gazetecinin sorumluluğundan bahsetmek ya çok isabetli bir seçim veya çok yersiz. (Ben bu satırları yazarken, Türkiye’nin en önemli, sahici gazetecilerinden biri olan Ahmet Adliye’ye götürülmüştü, ne olacağı henüz belli değildi.)
İlkini kabul edelim. Zira ülkenin adı şimdilik öyle konmamış çeşitli savaşlara girdiği dönem de basının sorumluluğu kavramı üzerine konuşmak için en doğru zamanlardan biri.
 
DÖRT AYRI SORUMLULUK ALANI 

Soruyu yineleyerek ilerlemeye çalışalım: Gazetecinin kime karşı sorumlu olması beklenir?

Şeflerine? Patronuna? Okurlara/izleyicilere? Devlete?

İlkini gazetecinin meslekî yükümlülüğü olarak görebiliriz. Burada beklenmedik, çerefil bir durum yok. 

İkincisinde, patronun gazeteciden gazetecilik mi beklediğini yoksa ona herhangi bir şirket çalışanı muamelesi mi yaptığını ayırt etmemiz gerekecektir. “İş takibi yapan gazeteci”, tanımadığımız bilmediğimiz bir canlı türü değil. Patronun çeşitli işleri için baskı ve şantaj aracı imalinde kullanmak maksadıyla bilgi peşinde koşan gazeteciler de alanımızın kirli şahsiyetleri arasındadır. 

Medya kuruluşunun herhangi bir ticarî şirketle bir tutulamayacağı, patron-gazeteci ilişkisinin başka alanlardaki patron-mühendis, patron-işçi ilişkisinden farklı boyutları olması gerektiği, henüz konuya girer girmez ortaya çıkar. En basiti, gazetecinin, kendisine tanınmış bir inisiyatif alanı, muhabirse çalışma saatleri esnekliği vs. olması gerekir. Muhabir her gün aynı işi aynı şekilde aynı miktarda yapacak bir işçi konumunda değildir, bazen gün içinde üç yere gider, bazen bir haber için aylarca uğraşması gerekir. Velhâsıl, mesleğin doğal gereklerinden kaynaklanan koşullar içinde işini yürütür.

“Medya patronu” sıfatı taşıyan şahıs da herhangi bir iş sahibi gibi davranamaz. Gazeteciden gazetecilik bekliyor olması gerekir. Bu da en başta, elindeki medya gücünü başka amaçlarla kullanmaması demek. Bunlar günümüzde mümkündür, değildir, iş işten geçti, geçmedi, ayrı konu. Gazetecilik diye bir meslek ve bir toplumsal işlev varolacaksa ancak nasıl olabileceği hakkında konuşuyoruz.

Gazetecinin patronuna karşı sorumluluğu, işini doğru düzgün yapmaktan ibarettir.

Öbür iki başlık, gazeteciliğin ne olup ne olmadığına dair temel tartışmanın aslî konuları olmaya aday. Gazeteci elbette kafasına göre takılamayacak bir ayrıcalıklı meslek erbâbıdır. Sorumluluğu doğrudan doğruya, faaliyetiyle zihin ve duygu yapısını dolaylı olarak, gündelik yaşantılarını doğrudan etkileyebildiği insanlara karşıdır. Onları kandırmamakla, özenli davranmakla yükümlüdür. Bilgi aktarıcılığında dürüst ve ehil olmak zorundadır. Yani dalıp bilgi çıkardığı denizleri tanımalı, oralarda yaşayan canlıları bilmelidir. Bilgi edinip kendini geliştirmek, gazetecinin yükümlülüğüdür. Olan biteni yorumlayabilmeli, öngörü sahibi olabilecek donanımı edinmelidir.

Gazetecinin sorumluluğu, esas olarak bunları içerir.
 
PROPGANDA VE İSTİHBARAT ELEMANI!?

Ancak, şüphesiz izahı pek zor olmayan sebeplerle, “sorumluluk” dendiği anda gazeteciyi âdetâ bir propaganda ve halkla ilişkiler, hattâ istihbarat elemanı olmaya zorlayan yorumlara girişilir. Çünkü devletleri yönetenler, gazetecilik faaliyetinin bir toplum hayatında ne kadar belirleyici rol oynayabileceğinin bilincindedirler. Her zaman. Muktedirlerin eğitim sistemiyle, din eğitimiyle, aile içi gelenek, görenek, alışkanlık aktarımıyla, mahalle baskısıyla vs. sağladıkları toplumsal itaat, gerçeğe bağlı, yoksuldan yoksundan yana, etkili bir gazetecilik faaliyetiyle pekâlâ delik deşik edilebilir. 

Muktedirler hakikati sevmez. Şüpheyi, merakı sevmezler. Gazetecilik tam da bunlar için varolan meslektir.

Devletlerin gazetecilerden sorumluluk beklemesi, sadece genel bir ideolojik yapının korunması amacına yönelik değildir. Hükümetlerin, iktidardaki siyasetçilerin beklentisi bazen belirli bir dönemdeki somut olayların nasıl sunulacağı veya gizleneceğiyle ilgili olabilir; sorumluluktan kasıt esas olarak bu da değildir. 

Devletler, gazetecilik faaliyetini devlet düzeninin, mekanizmasının parçası yapmak isterler. Ülkede neyin ne zaman nasıl sunulacağını, hangi olaya nasıl yaklaşılacağını, ne denirse hangi tutumun alınmış olacağını, dolayısıyla, “millî” olanı, neyin “hainlik” olacağını vs. belirlemek, kimi zaman asker polisten daha hayatî bir iktidar aracıdır. 

Devletleri yönetenler, basını toplumla aralarında aracı haline getirmek isterler. Yalnız bu aracı aslında yukarıdakinin temsilcisi olacak, işlevinin meşruiyetini temin için de zaman zaman aşağıdan derlediklerini yukarıya iletecektir.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin halen El-Bab’ta yoğunlaşan askerî harekâtı, gazeteciler için tipik sınavdır. Ordu, iki haftada, türlü zorlukla alınan hastanenin karşı saldırıda tekrar yitirildiği, yeniden alınmaya kalkışıldığında kayıplar verildiği bilinsin istemez. Hükümet, Suriye’de kime hangi araçla ne gönderdi, bilinsin istemez. 

Gazeteciden bunları duyurmaması beklenir. Öne sürülen gerekçe genellikle aynıdır: Gazeteci sorumlu davranmalı.

Gazeteci “sorumlu” davranmalı mı? Hakikat ne olacak? “Tek gerçek, tek bakış açısı, tek söylem” peşindeki iktidarlar karşısında gazeteci, gizlenen saklanan olayları ve farklı ihtimallerin varlığını duyuracak olan kişi değil mi?

Sorumuzu tekralayalım: Gazeteci sorumluluğu esas olarak kime karşı duyulmalı?

Örneğimize dönelim. Fırat Kalkanı Harekâtı ve El-Bab savaşı. Gazeteci, savaşa girilirse evlatları öleceği için topluma karşı sorumludur. Esas görevi, savaş kararı verecek yöneticileri veya girildikten sonra emirleri verenleri sorumluluğa davet etmektir. Bu yüzden onların kararlarını sorgulaması, ortaya konan verileri, dayanakları, bunlar doğru mudur, geçerli midir diye araştırması gerekir. Savaş sürerken, kayıpların gizlenmesine karşı çıkması doğaldır. Oysa her komuta heyeti, kayıplarını gizlemek ister. Savaş kararı veren siyasetçiler de böyle ister. 

Ve hepsi, gazetecinin aynı şekilde davranmasını ister. Sebebi, gazetecinin “kamusal görev” yapıyor olduğudur.
 
“KAMUSAL GÖREV"

Bu doğru mudur? Gazeteci kamusal bir görev mi yapar?

Evet. Konumu biraz taksi şöförlerine benzer. Özel girişimdir, ama yaptığı işin kamusal hizmet özelliği vardır. Onu taksi şöföründen ayıran, yaptığı işin zihinlere, kültüre, ideolojiye, toplumun birarada yaşama koşullarına, siyasete doğrudan etkisi ve bunlardan beslenmesidir.

Yani gazeteci sorumluluk diye bir şeyden kaçamaz. Bu, işinin doğal icabıdır. Gazeteci, savaşta evlatları ölecek topluma karşı sorumludur. Bu yüzden, siyasetçilerin ihtirası veya birtakım askerlerin macera tutkusu yüzünden herhangi bir devletin yöneticileri savaş diye tutturduğunda en başta gazetecilerin sorgulayıcı konumunda olması gerekir. 

Oysa siyasetçi ve devletin beklediği aksidir. Onlar gazetecinin kendini devletin hizmetine koşmasını beklerler. Genelgeçer “sorumluluk” kavramı, bu zoraki hizmete takılmış addır. Zoraki hizmetin gazeteci sıfatlı kimileri için gönüllü hizmet oluşu gerçeği değiştirmiyor.
Buna karşılık, yöneticiler, yetkililer, devlet görevlileri dahil herkesin gazeteciden sorumluluk beklemesinin son derece meşru olduğu haller de var. 
 
GAZETECİLİK  AHLAKI


“Halkı paniğe sevk etmeme” çoğunlukla hükümetlerin birtakım belaları -çoğunlukla kendi kusurlarını- gizlemek için başvurduğu bahanelerdendir, ama bunun gerekli, hattâ hayatî olduğu zamanlar vardır. Ya da bir olayın o esnada haberleştirilmesi toplumsal yarara değil, aksine zarara yolaçabilir. Gazetecinin her an her şey için, “ben işimi yaparım, gerisi beni ilgilendirmez” demesi, en özgürlükçü basın anlayışında bile kabul edilemez. 

Bu yüzden gazetecilik, kendini sürekli denetlemesi gereken bir meslek.

Ama kendini! Başkaları onu denetlemeye kalktığında bundan hayır çıkmayacağı defalarca sınanmış, görülmüş.

Günümüzün şişirilmiş bireycilik dünyasında, hele imkânları geniş, güçlü yayın organlarında çalışan, egemenlerle, karar vericilerle temas edebilen, ayrıcalıklı büyükşehir gazetecisinin pek çok münasebetsizlik yapması muhtemel. Gazeteci, çıkar ilişkileri, siyasî tarafgirlik, hattâ takım taraftarlığı gibi sebeplerle de türlü yanlış iş yapabilir. Yağışlı havada trafiği sıkışık semte yolcu almayan taksici, mesleğine ihanet içindedir.

Bu yüzden gazeteciyi denetleyecek gazetecilik kurallarına, sık sık içi boş bir şık ambalaj sûretinde ortaya sürülen “basın ahlâkı”, “gazetecilik etiği” gibi meslekî ilkelere sahiden ihtiyaç var. Mesleğe meşruiyetini verecek olan, gazetecilik ahlâkıdır.

Türkiye’de her dönemde devletin bir basını olduğu, ana akım gazeteciler kendilerini genellikle devlet işlerinden sorumlu gördüğü, sahici toplumsal muhalefet, hele parlamento dışı muhalefet, hele hele Kürt siyasî hareketleri ana akım medyada kendilerine hemen hiç yer bulamadıkları için, “muhalif gazetecilik” sert koşullarda, âdetâ domuzdan kıl koparma mücadelesi içerisinde gelişti. Haksızlığa uğramışların, mağdurları sesi olma duygusu, mütemadiyen haksızlığa uğrayarak, mağdur olarak pekişti, hırçınlığa yolaçtı.

Sertlik ve adaletsizlikle dolu sürecin sonucu olarak, hak-hukuk kavramı muhalif basında da fazla gelişemedi, “sorumluluk”, hakikate karşı sorumluluk olarak değil, herkesin kendi “dava”sına karşı sorumluluk olarak anlaşıldı. (Son dönemde, onca baskıya, zorluğa rağmen hak-hukuk ve dürüst gazetecilik gereklerini gözeten muhalif yayınların, gazetecilerin varlığı, çöplükte açmış çiçekler gibi.)
 
EGEMEN OLAN BAŞKALARINI DA ETKİLER 


Şunu unutmamakta fayda var: Bir ortamdaki egemen kültür ve alışkanlıklar, işlerin yürütülüş tarzı, muhalif olanların da rengini, üslûbunu belirleyebiliyor. Ana akım medyanın gazetecilik açısından sağlamlığı-çürüklüğü, muktedirlerce kolayca yönlendirilebilir oluşu-olmayışı, gazeteciliği devlete hizmet olarak görüp görmeyişi, muhalif medyadaki bakış açısı ve davranışları da etkiliyor.

Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’de “eski rejim”in belli başlı medyasının, genelkurmay bülteni vazifesini ifa ederken, başka alanlarda gazetecilik icaplarını kısmen ve bazen yerine getirdiği, en azından yerine getirir görünmeye çalıştığı, “yeni Türkiye” medyasının ise uzaktan yakından böyle bir derdi olmadığı, bütünüyle propaganda bülteni olarak çalıştığı tesbit edilmeli. Dört fotoğraftan parçaları birleştirip manşet yapmanın başkaları için açtığı “kabul edilebilir ahlâksızlık marjı”, yakın gelecekte başa çok bela olacak.

“Sorumluluk” kavramı üzerine çok konuşulabilir. Çünkü ne yazık ki bu kavram ışığında gazetecilik faaliyeti yürütmeye çalışırken, baştan bir defa belirleyip sonra da uyarak işi sürdürebileceğimiz sabit ilke ve kurallar az. Hemen her durumda yeni tercih ve seçimlerle karşı karşıya kalınıyor.

Bir afeti insanları panik içinde sokaklara dökmeden, ama doğru dürüst önlem alınsın diye yetkilileri de zorlayacak şekilde nasıl haberleştireceğiniz de ciddî mevzudur, El-Bab’ta ölen-yaralanan askerler veya eski dost yeni düşmanın eline geçen tank ve zırhlı araçlarla ilgili nasıl haber yapacağınız da. Bazen, ünlü bir insanın rahatsızlanıp hastaneye yatmasını haberleştireceğinizde bundan kimlerin doğrudan etkileneceğini, nasıl etkileneceklerini hesaba katmanız gerekir, bazen “Fener beş çeker!” haberi yaptığınızda rakip tribünde olacakları.

Gazetecilik şuursuzluk ve sorumsuzluk kaldıracak meslek değil. Ama o şuuru muktedirlerden, siyasetçiler veya devlet yetkililerinden alacak da değil.