Gazeteci Celal Başlangıç, Anayasa değişiklik teklifini ve olası sonuçlarını yazdı.

Türkiye’de OHAL’in ve ‘fiili başkanlık’ rejiminin çok önceden uygulandığını hatırlatan Başlangıç, “Türkiye’de aslında Olağanüstü Hal, Kürt kentlerinde sokağa çıkma yasaklarının başladığı 16 Ağustos 2015’te yürürlüğe girmişti. Neredeyse tam bir yıl sonra, 15 Temmuz darbe girişimi bahane edilerek “kanunlaştırıldı” Olağanüstü Hal. Başkanlık rejimi için de aynı yöntem uygulandı. Önce “fiili başkanlık” rejimine geçti, şimdi fiili duruma uygun anayasa değişikliği yapmaya çalışıyor” dedi.

Celal Başlangıç’n Gazete Duvar’da yayınlanan, "Kendinden olmayanı yok etme rejimi' geliyor" başlıklı yazısı şöyle:

Türkiye içeride Olağanüstü Hal, sınırlarının ötesinde savaş koşullarında rejim değişikliğine yol açacak bir anayasa düzenlemesine gidiyor. Büyük bir toplumsal mutabakatla yapılması gereken değişikler, çok büyük toplumsal çatışmalar ve baskı ortamında hayata geçiriliyor.

İtalyan Barbara Spinelli, Sabiha Gökçen Havaalanı’nda uçaktan iniyor.

Daha pasaport kontrolüne gitmeden kesiliyor yolu. Kendisine hiçbir bilgi vermiyorlar ama sınır dışı edileceğini, kalkacak ilk uçakla geri gönderileceğini tebliğ ediyorlar.

Avrupa Parlamentosu üyesi Spinelli. Demokrat Hukukçular ve Avrupa Demokrasi İçin Hukukçular Birliği üyesi aynı zamanda.

Eğer Türkiye’ye girebilseydi “OHAL Koşulları Altında Türkiye’de Yargı Sistemi” konulu uluslararası bir hukuk konferansına katılacaktı.

Belli ki AKP iktidarı Spinelli’nin Türkiye’ye girmesini, hele hele böyle bir konferansa katılmasını hiç uygun görmemiş.

Konferansı düzenleyen avukatlardan Gülşen Uzuner kararı “Bir hükümet tasarrufu” olarak değerlendiriyor:

“Türkiye’de avukat yargılamaları davalarında çok katkıları oldu. Sur ve Cizre’de yaşanan insan haklarını hazırlayan ekipte yer aldı. Tamamen insan hakları adına yaptığı çalışmalar nedeniyle engellendi. Spinelli’nin Türkiye’ye girişinin engellenmesinden İtalya Büyükelçiliğinin haberi yoktu. Elçilik de bizim çabalarımız sonucu haberdar oldu.”

Dünya Demokrasi İnsan Hakları için Hukukçular Birliği Başkanı Bill Bowring, Spinelli’nin engellenmesinin anlamını çözmüştü:

“Bu Türk yetkililerin konferansı ne kadar dikkate aldığının göstergesi. Meslektaşlarımız engellemelere rağmen bu konferansı gerçekleştirebiliyorlar. Türkiye’de baskı yöntemleri sadece akademisyen ve gazetecilere değil avukatlar ve savcılara da var.”

Aslında başka bir gelişme de Bowring’in tespitini doğruluyordu:

Avukat Robert Sabata da “OHAL Koşulları Altında Türkiye’de Yargı Sistemi” Konferansına Barselona Barosu adına katılacaktı. Ancak konferansa bir gün kala bir uyarı almış:

“Son anda baro başkanı arayarak ‘Türklerle problem yaşamak istemiyoruz’ dedi. Bu ifade özgürlüğüme yapılan ciddi bir saldırıdır. Baro adına daha önce gelmiş, çeşitli davaları izlemiştim. Düşünün konferanstan bir gün önce aranıyorum ve son dakika ‘konferansa destek vermiyoruz’ açıklamasını alıyorum.”

Belli ki son anda araya “iyi saatte olsunlar” girmiş ve Barselona Barosu yönetimini etkilemişti.

Bu nedenle konferansa Tehlike Altındaki Avukatlar İzleme Grubu adına katılan Sabata “Sizi çok iyi anlıyorum” diyor Türkiye’deki meslektaşlarına “Biz de Franko deneyimini yaşadık.” (Evrensel/Ankara)

HERKES  ŞIRNAKLI OLACAK

Bu olayların yaşanmasından, konuşmaların yapılmasından bir gün sonra Trabzon’dan gelen bir haber “OHAL Koşulları Altında Türkiye’de Yargı Sistemi” konulu bir konferansın bu ülke için ne kadar gerekli ya da ne kadar gereksiz olduğunu gözler önüne serdi.

Gözaltına alınan bir yurttaş Trabzon Cumhuriyet Başsavcılığına başvurmuştu. İddiası gözaltında bulunduğu süre içerisinde emniyet müdürlüğünde görevli polisler tarafından tehdit ve darp edildiğiydi.

Savcılığın verdiği “kovuşturmaya yer olmadığı” kararı Türkiye’de yaşanan hukuksuzluğun boyutlarını da ele verir nitelikteydi. Şöyleydi aynen karar:

“22/07/2016 tarihli 667 sayılı KHK’nın 9. Maddesi kapsamında bu kanun hükmündeki kararname kapsamında karar alan ve görevlerini yerine getiren kişilerin bu görevleri nedeniyle hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğunun bulunmadığının belirtildiği, bu nedenle iddia konusu eylem nedeniyle şikayetçi olunanlar hakkında kovuşturma yasağı bulunduğu anlaşılmakla, şüpheli ya da şüpheliler hakkında kovuşturma imkanı bulunmadığından kamu adına kovuşturmaya yer olmadığına…” (Oda TV)

Aslında bu karar bize “Olağanüstü Hal sürecinde ve KHK dahilinde Türkiye’de işkence serbesttir” diyor.

SADECE İŞKENCE Mİ?

Bu haberin geldiği gün Meclis Genel Kurulu’nda “başkanlık tasarısı”na ilişkin söz alan HDP Şırnak Milletvekili Aycan İrmez, anayasada değişiklik yapılması halinde başımıza nelerin geleceğini çok net anlatıyor:

“Bu teklif kanunlaşırsa AKP’li olmayan herkes potansiyel Şırnaklıdır. Evi yıkılabilir, yerinden edilebilir, yoksulluğa maruz bırakılabilir. Türkiye halkları bu tasarıyı en iyi şekilde Şırnak kentine ve halkına yapılanlardan anlayabilir, Şırnak pratiğine bakarak yerine getirilecek rejimin dünya üzerinde hiçbir benzerinin olmadığı görülebilir. Bu rejimin adı kendinden olmayanı yok etme rejimidir. Tüm Türkiye halkları, bu anayasa değişiklik teklifi geçerse, hangi rejimde, hangi yaşamda yaşayacaklarını merak ediyorsa, açıp internetten Şırnak ilinin son haline bakmalıdır.”

OHAL YASAKLARINDA REFERANDUM

AKP’nin ülkeyi yönetmede kullandığı ilginç bir yöntem var. Önce fiilen uyguluyor, sonra kanunlaştırıyor.

Örneğin Türkiye’de aslında Olağanüstü Hal, Kürt kentlerinde sokağa çıkma yasaklarının başladığı 16 Ağustos 2015’te yürürlüğe girmişti. Neredeyse tam bir yıl sonra, 15 Temmuz darbe girişimi bahane edilerek “kanunlaştırıldı” Olağanüstü Hal.

Başkanlık rejimi için de aynı yöntem uygulandı. Önce “fiili başkanlık” rejimine geçti, şimdi fiili duruma uygun anayasa değişikliği yapmaya çalışıyor.

Türkiye’de tek adam yönetiminin yolunu açacak anayasa değişikliklerinin ilk tur görüşmeleri işte böyle bir ortamda yapıldı ve kabul edildi.

TBMM’deki üçüncü büyük parti HDP’nin eş genel başkanları, grup başkan vekilleri ile birlikte 11 milletvekilinin tutuklu olduğu koşullarda ilk tur görüşmeleri yapıldı anayasa değişikliğinin. Hem de bu konuda Anayasa Mahkemesi’nin çok açık bir kararı olmasına rağmen….

OHAL koşullarında Türkiye’de bir anayasa, daha doğrusu rejim değişikliği yapılıyor.

En geniş toplumsal mutabakat koşullarında gerçekleşmesi gereken, Türkiye’de bir diktatörlük rejimine yol açmasından endişe edilen bu değişiklik büyük bir toplumsal çatışma ortamında dayatılıyor.

150’ye yakın gazeteci cezaevinde şu anda. Altı gazeteci 23 gündür gözaltında.

62 bin sosyal medya kullanıcısı takibe alınmış. Bunlardan 17 bini hakkında fezleke düzenlenmiş. 45 bin kişinin kimliği belirlenmeye çalışılıyor.

3500 sosyal medya kullanıcısı attığı mesajdan gözaltına alınmış, 1500 kişi tutuklanmış.

Bu tablo bile nasıl bir baskı ortamında TBMM’den anayasa değişikliğinin geçtiğini gösteriyor.

Cumhurbaşkanı ya da Başbakan en küçük bir törende konuşsa bile 20’ye yakın yandaş haber kanalı anında canlı yayına geçiyor. Ancak bu ülke yurttaşlarının nasıl bir rejim altında yaşayacağının belirleneceği TBMM görüşmelerinin Meclis TV’den verilmesi engelleniyor.

Bütün Türkiye OHAL altında. TBMM’nin bulunduğu Ankara’da valilik zaten OHAL’e dayanarak bir ay boyunca bütün gösterileri, basın açıklamalarını yasaklamış durumda.

Eğer anayasa değişiklikleri Meclis’ten geçerse önümüzde referandum var. Ama bu referanduma Türkiye içeride Olağanüstü Hal, sınır ötesinde de savaş koşullarında gidecek.

İşte böyle tecelli edecek o çok sevdikleri “milli irade”.

Zaten “kendinden olmayanı yok etme rejimi” de bir ülkeye başka şartlarda getirilemez.