Cem Orhan Güney Çeğin

DEMOKRAT HABER ÖZEL

Yükselen ‘güvenlik söylemi’nin getirdiği tehditler

“Eğer sırf güvenlik önlemlerine bel bağlarsak, her biri, bir öncekinden daha karmaşık ve pahalı olmaya başlayan bir koruyucu mekanizmadan bir başkasına koşup duran, avlanılan hayvanlar gibi davranmaya başlarız.” Frank Herbert'ın Beyaz Veba romanından (1).

Güvenlik söylemi, bir dizi ‘kurgusal fail’ üretebilme kapasitesi aracılığıyla enformasyon ve bilgi zincirleri üzerinde mutlak hâkimiyet kurabilmenin en teknik yoludur. Devlet stratejilerinin en afililerinden olan güvenlik söylemi, korkunun üretimi ve örgütlenmesiyle proto-faşizmin repertuarındaki terkedilemezler listesinin başını çeker. Türk devlet mefkûresi açısından düşünüldüğünde, güvenlik üzerine geliştirilmiş söylemlerin tamamı, siyasi egemeni “trajik bir milli kahraman” derecesine yükseltebilecek sağlam bir potansiyel barındırır. Herkesin, her an, kamusal düşmana (hostis) tahvil edilebilecek olmasıyla kendi yakıtını temin eden bu söylem yine iş başında!

Bu doğrultuda, geçtiğimiz günlerde Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakolu’nun tutuklanmalarını, tarihsel olarak kritik bir anda yeniden diriltilen ve geçmiş on yılın iktidar tüketiminin organik sonucu olan “güçlü devlet” kimliğinin bir yan ürünü olarak değerlendirebiliriz. Herbert Marcuse vakti zamanında, “liberal demokrasi ile faşizm arasındaki ilişki”nin en kısa ve en çarpıcı formülünü şöyle ifade etmişti: “liberal demokrasi mülk sahibi sınıfların korkmadıkları, faşizm de korktukları zamanki çehreleridir” (2). Yönetimin liberal söylemi ile faşizan pratiği arasındaki kayıp halka da burada yatmakta.

Öyle ki, son on yılda, liberal demokrasi ile otoritarizm arasındaki medcezirler, İçişleri Bakanı'nın, Kemalist paranoya literatürünün gururunu okşayan bir ifadeyle “Türkiye Cumhuriyeti nasıl bölünür derslerinin hocalığını” yapan Büşra Ersanlı hakkında hükümete yakın kanallarca üretilen nefret söylemleri vs. şiddetin özelleştirilmesini sağlayacak kitleleri yaratma potansiyeli taşımaya devam ediyor. Otoriteryanizme meyilli kitlelerin üretimine ve nefret söylemine yol açan, ama aynı zamanda da sağduyu çağrıları yapan; faşizan kıpırdanmalara yol açacak kadar kışkırtıcı ve manipülatif, lakin sokaklara inmeyi engelleyecek kadar da otoriter; demokrasi söylemini kimseye bırakmayacak kadar özgürlükçü, ancak gözaltı filtresi kullanmayacak kadar da totaliter eğilimli, yani belki de aslında çelişkilerinden aldığı güç ile pozisyonunu koruyan ve bunun da farkında olan bir yönetim ile karşı karşıyayız.

AKP: HEM HER ŞEY HEM DE HİÇBİR ŞEY

AKP’nin hem her şey hem de aynı zamanda hiçbir şey oluşu, şimdiye kadar siyasal alanda kullanılmış olan bütün temaları ve stratejileri, bütün çelişkileriyle beraber öğüten konumuyla beraber onun en belirgin niteliği aslında.

Güvenlik söylemi ile tekelleşmenin sırrı ise bariz çelişkilere sahip. Cumhuriyet tarihinde, ürettiği bütün söylemleri ‘çok-anlamlılık’ üzerine kuran yegâne yönetim olması açısından AKP’nin görece yeni -ancak pratikte pek de farklı olmayan- bir siyaseti temsil ettiği söylenebilir. Recep Tayyip Erdoğan’ın Almanya’da yaptığı konuşmasındaki “teröre destek verenler de teröristler kadar sorumludur” ifadesi de müphemlikten güç kazanan güvenlik söylemi için biçilmiş kaftan görevi görüyor. “Uzaylı”nın tanımındaki muğlaklıkla yarışabilecek olan “terörist”in tanımındaki muğlaklık, devlet ile birey arasındaki “nötr alan” olarak tanımlanan sivil toplumun tepeden tırnağa kadar “terörist” olarak damgalanmasına ve bu konuda yapılabilecek her türlü keyfî düzenlemeye olanak tanıyor. Tanımdaki esneklik, sınırın nerede çizileceğinin olabildiğince muğlâklaşmasına yarıyor. Güvenlik söyleminin, sadece devletin otoriterliğine imkân sağlamadığını, aynı zamanda da -farkına bile varılmaksızın- faşizmin kurucu mimarı olan faşist kitlelerin oluşumunu da beslediğini unutmamak gerekiyor.

“BENİ YAK, KENDİNİ YAK, HER ŞEYİ YAK”

Psikanalist Dieter Duhm, korku kültürünün oluşumunu incelerken, “birlikte reddetmek ve birlikte nefret duymak, iç bağları sağlamlaştırmaktadır” diye yazar; “İki insanın bir olup, bir üçüncüye çamur attığı anda, artık bunlar, birbirlerinden korkmamaktadırlar. Bireysel korkunun kolektif özdeşleşme yoluyla aşıldığı her yerde, faşizme giden psikolojik yol artık uzak değildir.” (3). Dolayısıyla gelecekte, bir yandan düzenin kullandığı dile bağımlı kılınan kitleler, bahis konusu edilen bir “nötr alan”a “beni yak, kendini yak, her şeyi yak” nidalarıyla karşı çıkarken, öbür yandan devlet tarafından pakete dahil edilen demokrasi söyleminin de dengelercesine artış gösterdiğini şaşırarak gözlemleyebiliriz.

Öte taraftan güvenlik söylemi açısından Türkiye’nin sicili her geçen gün kabarmakta. Martha Mendoza’nın yaptığı uluslararası araştırmada verdiği rakamlara bakılırsa, “terörist” oldukları iddiasıyla 2005’te 273 olan Türkiye’deki mahkûmiyet sayısı, 2009’da 6,345’e fırlamış durumda (4). 66 ülke arasındaki toplamda 35,117’yi bulan mahkûmiyetlerin, 12,897 kadarı da Türkiye’de yer alıyor ve bizden sonraki ikinci sırayı da ‘demokrasinin beşiği Çin Halk Cumhuriyeti’ 7.000 rakamıyla rüzgârı yalayarak takip ediyor (5).

TUTUKLAMALARDAKİ ARTIŞ ŞİDDET OLARAK GERİ DÖNÜYOR

Pakistan gibi birçok bölgede, tutuklamalardaki her artışın şiddet eylemi olarak geri döndüğü ve barış sürecini baltaladığı gözlemlenirken, İspanya gibi tutuklamaların durduğu bölgelerde gerilla faaliyeti de duruyor ve barış süreci hız kazanıyor. Bu rakamların Türkiye açısından anlattıkları ise artık aldırmazlıklar karşısında tekrar edilmekten bıkılan, güvenlik söyleminin beyhudeliği. Devlet söylemine yakın kişilerce son tutuklamalarla birlikte daha fazla kullanılmaya başlanan “matruşka” benzetmeleriyle ahlaki panik havası oluşturulması ve faşist dönüşüm, harita kaplı oda takıntısını aşamayan liderlerin otoriter yatkınlıklarını bir kenara atmaya başlamalarıyla engellenebilir.

CİDDİ VE SAĞDUYULU BİR MUHALEFET YOK

Bütün bunlara karşın, otuz yılda askeri çözümlerin yeterli olmadığını en azından zihninden geçirmeye başlamış Devlet Aklı’nın, 30 yılda militaristleşme haricinde başka bir dönüşüm sürecine sokamadığı toplumu güvenlik söylemi dışında herhangi bir söylem ile motive etmeye çalışma ihtimalinin de düşük olduğunu unutmamak gerek. Asıl paradoks da burada yaşanıyor; ciddi ve sağduyulu bir muhalefetin kurulması yönünde koskocaman bir güvenlik duvarı dururken, böyle bir muhalefetin yokluğu barış sürecinin her yönüyle başlamasını engelliyor.

BARIŞ: KOVALADIKÇA KAÇAN ATEŞ BÖCEĞİ

Barış sürecinin tutuklamalar ile birlikte kovaladıkça kaçan ateş böceğine çevrilmemesi ve güvenlik söyleminin durması açısından bulunduğumuz noktayı tartışabiliriz. 1960'larda ortaya çıkmış 82 silahlı çatışmanın 2009 sonlarındaki durumu üzerinden değerlendirmeler yapan Vicenç Fisas, eserinde 1960–2009 arasında 82 ülkedeki silahlı çatışmanın sadece 7 tanesinin “askeri zaferle” bittiğini, “anlaşmazlıkların sadece çok küçük bir bölümünün taraflardan birinin zaferi ve diğerinin yenilgisiyle sonuçlandığını” ifade etmektedir (6). Barış sürecinde karşılıklı güven ve barış konusundaki ortak kararın varlığı eğer tutuklamalarla sarsılırsa, bu süreç –Fisas’ın da pek çok ülke açısından gözlemlediği gibi- uzayabileceği gibi, silahlı çatışmanın yeniden büyümesine ve barış sürecine elveda denilmesine de yol açabilir. Güvenlik Söylemi’nin ironik olarak, toplumsal ilişkiler içerisinde “karşılıklı güven”in tam da aksi istikamette yol tuttuğunu söylemek bu açıdan yeterli olacaktır. İki taraflı bir şiddetin döndüğü bir yerde, şiddete imkân tanımak, ya da bu işi gerçekten çözme şansı bulunan demokratikleşme sürecini güvenlik söylemi adına baltalamak, “Şiddet çözüm müdür?” konulu bir panelde adam dövmekten pek de farklı bir yöntem değil.

SUSAM SOKAĞI SAKİNLERİ DE KCK'DAN İÇERİ

Politizasyon ve de-politizasyon süreçlerini aynı elden yürüten ve olağanüstü koşulların verdiği keyfiyeti özlemle arayan bir politik yapıyla birlikte yeni anayasa tartışmalarına giriyoruz. “Güçlü Devlet” söylemiyle yeni kırmızı çizgiler belirlemeye başlayan ve yüreğinin götürdüğü yere gitmeye her zaman hevesli olan Devlet Aklı eğer yeni anayasanın oluşumunda, Türkiye’deki her kesimden hak ve temsil sahibi toplumsal aktörleri dışarıda bırakır ve belki Susam Sokağı sakinlerinin de KCK'dan içeri alınmasıyla sonuçlanabilecek olan tutuklamaları da hızlandırırsa, yarım yüzyıl geriye gitmek başarılacak, zamanda yolculuk konusunda teknik bir devrim yapılacaktır.

Tam bu noktada tersinden bir okuma yapmak da mümkün: Belki de gücünü teatralleştirerek sahneleyen bir iktidarla karşı karşıyayızdır; ki söz konusu durumu, muktedirliğin aşınmasının simgesi olarak da okuyabiliriz. Rakip güçler tarafından zayıflatılmaya başlayan bir İktidarın, hâkimiyet repertuarlarının edilgen değil, saldırgan bir teolojik hal aldığını düşünürsek, bugün için olan bitenleri, devletin takınaklı güç gösterisiyle ilişkilendirebiliriz. Guy Debord’un bir sözünü bağlama uyarlarsak, bu operasyonları, dinsel bir yanılsamanın maddi yeniden inşası olarak formüle edebilir miyiz acaba? Belki de güvenlik ideolojisi, bayrak vatanseverliğine nakşolmuş tebaanın ruhsal teminatı olarak devreye sokulmakta ve militarize edilmiş bir milliyetçiliğin kalbine yerleştirilmektedir.

Umalım ki bütün bu süreçler toplumun demokratikleşmesi ve yaşam alanlarının kesilmemesiyle sonuçlansın. Umalım ki hem Devlet Aklı, hem de barış sürecini baltalayan diğer bütün yapılar, yaşam destek makinesinin fişini yanlışlıkla çeken temizlikçi gibi davranmaya son verebilsinler.

Alıntı Yapılan Kaynaklar:

(1)    Herbert, Frank (1982), The White Plague, Tom Doherty Associates Book, New York, s:267

(2)    Marcuse, Herbert (1991), Karşıdevrim ve Başkaldırı, Ara Yayıncılık, İstanbul, s:27

(3)    Duhm, Dieter (2009), Kapitalizmde Korku, Kırmızı Yayınları, İstanbul, s: 218

(4)    http://cnsnews.com/news/article/ap-impact-35000-worldwide-convicted-terror-0

(5)    http://cnsnews.com/news/article/ap-impact-35000-worldwide-convicted-terror-0

(6)    Fisas, Vicenç (2011), Dünyada Barış Süreçleri, Agora Kitaplığı, İstanbul, s:19