Independent Gazetesi'nin deneyimli Orta Doğu muhabiri Robert Fisk, 7 Haziran’ın ardından başlayan çatışmalı süreci ve Diyarbakır gözlemlerini yazdı.

Fisk, “Geçtiğimiz Kasım ayının sonundan bu yılın ilk aylarına kadar bu şehri yiyip bitiren çatışmalara bakın. Diyarbakır merkezinin bir kısmını, Halep’in pazar yeri yıkımının küçük bir versiyonu gibi yıkmakla kalmadılar, savaşı da bir kez daha normal bir şey haline dönüştürdüler.” İfadelerini kullandı.

Robert Fisk’in Dünyadan Çeviri sitesinde yer alan "Türkiye’nin Kürt başkentindeki yıkım Suriye’ye eşdeğer" başlıklı yazısı şöyle:

Diyarbakır’ın siyah, volkanik duvarları içindeki çamurlu yolda koca beyaz kamyonlar gece gündüz çalışıyor. Eski şehre giriyor ve moloz dolu olarak çıkıyorlar. Akşam karanlığında aynı yolu yürürken, iki devasa parlak projektör yanmaya başlıyor.

Göze batan parıldamaya rağmen, yıkılmış bir evi, ezilmiş bir çatıyı görebiliyorum. Ve ardından elinde AK-47 ile çelik yelekli bir polis öne çıkıyor. “Buradan ileriye geçemezsin,” diyor bana Türkçe, sıkılmış, yorgun. Bu emri Kürtlere binlerce kez vermiş. Bir 16. yüzyıl sarayı çay evi ile tarihi bir İslam medresesinin ayakta kalabildiği ardımdaki dar yollarda, kurşunlarla delik deşik edilmiş, camları paramparça olmuş, pencerelerinin üstü yangın isiyle kararmış yüzlerce ev var. Bir tanesinin yıkılmış girişinden içeri yürüdüğümde, iç duvarların devletin keskin nişancılarından sakınmak isteyen savaşçılar tarafından binalar arasında hareket edebilmek için yıkıldığını görüyorum.

Aynı savaşçıların yakalanmamak için açtıkları tünellerden geriye kalanlar var. Tanıdık mı geldi? Hayır, burası Halep değil. Humus da değil. Şam’ın yıkık dökük mahalleleri de değil. Burası bugün güneydoğu Türkiye’nin Kürt başkenti, Suriye trajedisinin karanlık bir ayna yansıması; Washington ve Moskova Ortadoğu’nun kaderini belirleme hakkı için savaşırken, bu bölgenin diğer tüm unutulmuş acılarına – işgal altındaki “Filistin” geliyor akla – eklenen ve çoğunlukla kimsenin bilmediği bir yıkım.

Gerçi bugün Türk askerine ve polisine karşı savaşan, elbette, sadece Kürdistan “işçi partisi” PKK – her zaman işçiden ziyade korkunç biçimde itaatkar olduklarını düşünmüşümdür. Diyarbakır’ın aynı anda hem biçimsiz ve soğuk şekilde yeni, hem de son derece eski versiyonları arasında yürürken, kendine özgülüğünü fark etmememiz imkansız. Bu mücadeleye hiçbir İslamcı savaşçı katılmaz.

Hatta, Kürtlerle gerçekten umut veren bir barış sürecini terk ederek bu eski savaşı yeniden başlatan ve partisi AKP’nin – bağımsızlık mücadelesi sevdalıları için bir sıkıntı – “Kürdistan”da diğer tüm Kürt partilerinden daha fazla takipçisi olan Erdoğan hükümetinin safını bile seçebilirler. Ateşkesin, Erdoğan’ın milliyetçiliğin barıştan daha mühim olduğuna dair kibirli faraziyesi ile bitmesine dek, bu topraklardaki birçok Kürt, Türk komşuları ile sonunda barışmanın mümkün olduğuna inanmıştı. Ancak şehirdeki ve ülke çapındaki gündelik saldırılar arasında – PKK savaşçılarına, polis karakollarına, ordu devriyelerine karşı – Kürtlerin meclise girmesi ile elde edilen tüm kazanımlar şimdi olmamışa çevriliyor. Kürt gazeteleri ve televizyon kanalları kapatılıyor.

Dicle Üniversitesi bile Kürtçe bölümüne halen “Yaşayan Diller Bölümü” demek zorunda ama en azından hala açık. Geçtiğimiz Kasım ayının sonundan bu yılın ilk aylarına kadar bu şehri yiyip bitiren çatışmalara bakın. Diyarbakır merkezinin bir kısmını, Halep’in pazar yeri yıkımının küçük bir versiyonu gibi yıkmakla kalmadılar, savaşı da bir kez daha normal bir şey haline dönüştürdüler.

Halen Dicle nehrine akan sefil kanalizasyon boyunca büyümüş meyve bahçeleri arasındaki bir çatışmanın ardından, resmi makamların şehrin biyolojik akciğerini kesmesi – Amerikan askerlerinin Irak’ta ve İsrail askerlerinin işgal altındaki Batı Şeria’da ve Suriye askerlerinin Lazkiye’nin kuzeyinde yaptığı gibi – kitlesel protestolarla tepki gösterileceği söylenerek ancak önlenebildi.

Böylece ağaçlar hem PKK için bir örtü, hem de ordu için pusu noktaları olarak kalmayı sürdürüyor. Ateşkes meyve bahçelerini kurtarır. Son dramatik olayı herkes hatırlayacaktır – Kürtler ve Türkler birbirine çok benzer hikayeler anlatıyorlar – PKK ile ordu arasındaki sokak savaşlarının zirvesiydi.

Geçtiğimiz yıl 28 Kasım’da, yerel baronun başkanı Tahir Elçi, Diyarbakır’ın merkezindeki dört ayaklı minarenin dibinde bir basın açıklaması yapıyordu. Söylenene göre ona suikast düzenlemek için iki PKK savaşçısı yola koyulmuştu. Görünen o ki polis takibindeydiler. Bir çatışma çıktı ve iki PKK üyesi – filmlerde hep gördüğümüz gibi – nasıl olduysa mesai dışındaki bir polis memurunun kullandığı bir taksiyi kaçırdı. Polis, merkezle temasa geçmeyi başardı ve ardından üniformalı polisler taksiyi durdurdu. Silahlı adamlar hem üniformalı hem de mesai dışındaki şoför polisi öldürdüler ve Elçi’nin basın açıklaması yaptığı yere doğru kaçmaya başladılar. O vakit daha fazla polis PKK’lilere ateş açmaya başladı ve iki adam ateşe karşılık verdi ve Elçi bu esnada kafasından – bir tanığın eylemin ne kadar bilinçlice gerçekleştirildiğini vurgulamak istercesine bana söylediğine göre “iki kaşının arasından” – vurularak öldürüldü. Bir serseri kurşun muydu? Öyle ise, kim ateş etti? Böylelikle, daha Elçi’nin cenazesi bile kalkmadan, kaçınılmaz soru dönüp dolaşmaya başladı: polis tarafından mı yoksa PKK tarafından mı öldürülmüştü?

Sonrasında çatışmalar şehir merkezinde devam etti ve resmi makamlar PKK savaşçılarını – PKK elbette Erdoğan’ın “terörle mücadelesinde” kesinlikle IŞİD’den daha önemli bir “terörist” güç – yok etmek isterken burayı o kadar yakıp yıktılar ki zaferin yerini ulusal utanç aldı. Polis, tarihi binaların yıkımı görülmesin diye Elçi’nin minarenin dibinde öldüğü sokağa kocaman bir plastik perde astı. Kelimelerin yerini plastik perde almıştı. Enkaza doğru yürüdüm ve perdedeki deliklerden arkasını görmeye çalıştım. Ama arkasında başka perdeler vardı. Oradaki sivil polis “Daha fazla bakamazsın,” diye bağırdı.
Ardından kucağında bebekle bir kadın çıktı, polisin eşi ve çocuğu; görünen o ki aile ziyareti yıkıntılar arasında devriye gezen polislerin moralini yüksek tutmak için önemli bir şey. Bu gerçeküstü olmanın da ötesinde.

Ana caddenin dışında Kahvaltıcı Kadri’nin tarihi han binası Diyarbakır’ın en iyi kahvaltılarını veriyor – avlu çay içen ailelerle, paketlenmiş Kürt kahvesi satanlarla veya önde gelen Kürt şahsiyetlerin yüzleri dokunmuş halılarla dolu; Mustafa Barzani var, Rıza Seyit Talabani var, 1990’larda cezaevinde intihar eden bir Kürt komutan var ve Erzurumlu Deniz Gezmiş var, 70 darbesi ardından 1972’de devlet tarafından idam edilen. Kürt olmadığı muhakkak olan İmam Ali’nin bile bir portresi var. Satıcının bile niye bu portreler arasında olduğunu açıklayamadığı daha birçok yüz. Girişin hemen dışında iki büyük zırhlı polis aracı bekliyor.

Bir oyuncak mağazasında plastik AK-47’ler ve evet, mavi beyaz boyası ve yandaki POLİS yazısı ile minyatür bir zırhlı polis aracının mükemmel bir seti satılıyor. Güneş gözlüklü ve çelik yelekli genç erkekler ellerinde tüfeklerle kaygısızlığa yakın bir şekilde kalabalıkları izliyorlar. Bu savaş sanırım o kadar uzun sürdü ki, değişime dair tüm duyguları tümüyle tüketti.

Aşağıda yıkıntılar içinde bir başka sokak arasında, orta yaşı bir kadın ve ailesi bir kahve dükkanından bize el ediyorlar. Bir öğretmenmiş. “Eninde sonunda polis gidecek” diyor kasvetli bir havayla ama gülümseyerek. “Burası bizim, polis gidince biz hala burada olacağız.” Bir Shakespeare oyunun yerel Kürtçe performansını duyuran bir sokak ilanını geçerken bu aşikar hakikati düşünüyordum. “Olmak ya da olmamak” demişlerdi adına – gerçek adını biliyorsunuz – ben de düşündüm ki Danimarka prensi şimdi Diyarbakır’ın kahramanı olmalı. Kralı öldürdü elbette. Ama o da öldü sonunda. Ve en iyi satırı şu: “Kelimeler, kelimeler, kelimeler.”

***

Kaynak: Dünyadan Çeviri

Çeviri: Serap Şen