Gazeteci Mustafa Akyol, Türkiye’nin batıdan uzaklaşması, 15 Temmuz darbe girişimi, ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdağan’ın Belarus ziyaretine ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

Erdoğan’ın Belarus ziyaretini değerlendiren Akyol, “Erdoğan’ın gözünde Belarus hem başarılı bir siyasi ve yasal sisteme sahip bir ülkeydi, hem de Batı, ülkenin liderine haksızca “saldırarak” Belarus Başkanı’nı “diktatör” diye yaftalıyordu. Hatta bir hafta sonra İstanbul’da yaptığı bir konuşmada söylemini biraz daha ileri taşıyan Erdoğan şöyle dedi: “Bunlar birisine diktatör diyorsa benim inimde iyidir.”

“Bu, bize Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın artık Batılı devletler, kuruluşlar ve Batı basını tarafından “diktatör” olmakla eleştirilen dünya liderleriyle bir dayanışma hissiyatı içinde olduğunu gösteriyor” ifadelerini kullandı.

Mustafa Akyol’un Al Monitör’de yayınlanan, “Erdoğan Belarus’u niçin takdir etti?” başlıklı yazısı şöyle:

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sık sık ziyaret ettiği Batı başkentlerinde yükselen ve demokratikleşen Türkiye’nin lideri olarak övgüyle karşılandığı günler artık mazide kaldı.

Öyle ki, Cumhurbaşkanı’nın geçen yılki dış seyahatler listesinde NATO ve Birleşmiş Milletler zirveleri hariç tek bir Batılı ülke bile yer almıyordu. Aksine listede Katar, Türkmenistan, Suudi Arabistan, Şili, Peru, Uganda, Azerbaycan, Gine, Nijerya, Gana, Fildişi Sahili, Senegal, Ekvator, Kenya ve Somali gibi ülkeler vardı. Temmuzdaki darbe girişiminin ardından bu listeye beş ülke daha eklendi ve tabii ki onlar da Batı ülkeleri değildi: Rusya, Çin, Pakistan, Özbekistan ve Belarus.
 
Acaba sırf bu seyahat haritası bile Türkiye’nin iki asırdır sürdürdüğü “Batı eksenli” dış politikasının artık değiştiği anlamına geliyor olabilir mi? Belki. Ama daha kesin bir yanıt için, açık sözlülüğüyle her zaman gurur duyan Erdoğan’ın bu konudaki net ifadelerine kulak vermek daha doğru olacaktır. Örneğin, 11 Kasım’da gerçekleştirdiği resmi Belarus ziyaretinin ardından verdiği mesajlara.
 
Öncelikle, Belarus’un eski bir Sovyet ülkesi olduğunu ve tümüyle Avrupa kıtasında yer almasına rağmen kıtanın demokrat addedilmeyen tek ülkesi olduğunu hatırlatalım. Belarus elbette kendisini “demokratik” bir ülke olarak tanımlıyor ancak bu, Batı’daki liberal demokrasi anlayışından oldukça farklı bir demokrasi. Belarus’u “Sovyetlerin hiyerarşik yönetim modelinin bir başkan liderliğinde uygulandığı” bir ülke olarak tanımlayan uzmanlar ülkede “kayda değer herhangi bir sivil toplum kuruluşu, medya, siyasi parti, sendika ya da toplumsal kuruluş” olmadığına, olanların da “devletin ideolojik aygıtı” olarak faaliyet gösterdiğine işaret ediyor.
 
Freedom House ülkedeki siyasi ve sivil özgürlükler Çin’le aynı seviyede olduğu için Belarus’u “özgür olmayan” ülkeler arasında sınıflandırıyor. “Son Sovyet cumhuriyeti” olarak da adlandırılan Belarus’un lideri Alexander Lukashenko’nun ABD’nin yanı sıra birçok Avrupa ülkesine girmesi yasaklanmış durumda.
 
Erdoğan’ın işte böyle bir ülke olan Belarus’u ziyaret amacı “ikili ticaret hacmini 1 milyar dolara” yükseltmekti ki, bu elbette pragmatik bir hedefti. Buna ilaveten bir de Minsk’te inşa edilen bir caminin açılışına katılma programı vardı, ki bu da, Belarus’taki dini özgürlükler açısından olumlu bir adımdı. Ancak, ziyaret bu gibi kazançlarının yanı sıra Türkiye Cumhurbaşkanı’nın Belarus’taki siyasi ve yasal sistemi takdir etmesiyle taçlandı.
 
Ziyaret sonrası Ankara’da düzenlediği basın toplantısında Belarus’u öven Erdoğan Türkiye’ye getirmek istediği iki önemli şeyin de burada olduğunu vurguladı: Başkanlık sistemi ve idam cezası.
 
İkisinin de başarılı bir şekilde işlediğini vurgulayan Erdoğan şöyle konuştu: “İşte en son Belarus’a gittim, Belarus bir Avrupa ülkesi. Ve Belarus Başkanı -ki orası da biliyorsunuz başkanlık sistemiyle yönetilen bir ülkedir- dedi ki, ‘Ülkemde bu noktada bu sistem gayet iyi çalışıyor ve suç oranları bizde düşüktür ve millet de bu hâlden memnundur.’ Ha Avrupa mesela Belarus’a çok saldırıyor sizde niçin bu var diye. (...) tabii Belarus’un Başkanına da sürekli Batı ne diye saldırıyor? ‘Diktatör’ diye saldırıyor. Niye? Eğer bir yerde huzur varsa, bir yerde barış varsa, bir yerde eğer hakikaten ekonomi her şey iyi gidiyorsa, Batı hemen oraya saldırmaya başlıyor.”
 
Yani Erdoğan’ın gözünde Belarus hem başarılı bir siyasi ve yasal sisteme sahip bir ülkeydi, hem de Batı, ülkenin liderine haksızca “saldırarak” Belarus Başkanı’nı “diktatör” diye yaftalıyordu. Hatta bir hafta sonra İstanbul’da yaptığı bir konuşmada söylemini biraz daha ileri taşıyan Erdoğan şöyle dedi: “Bunlar birisine diktatör diyorsa benim inimde iyidir.”
 
Bu, bize Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın artık Batılı devletler, kuruluşlar ve Batı basını tarafından “diktatör” olmakla eleştirilen dünya liderleriyle bir dayanışma hissiyatı içinde olduğunu gösteriyor. Avrupa Birliği’yle müzakere masasından kalkmaya hazırlanırken, Şanghay Beşlisi diye bilinen, Rusya ve Çin’in öncülüğündeki Asyalı diktatörlükler kulübüne katılma isteği de muhtemelen bu hissiyatla ilişkili.
 
Peki ama Erdoğan ve dolayısıyla Türkiye bu noktaya nasıl geldi? Cevabın bir bölümü Erdoğan’ın siyasal vizyonuyla ilgili. Aslında Cumhurbaşkanı demokrasinin en büyük savunucularından biri olduğuna samimiyetle inanıyor. Ama bu, tıpkı Belarus’taki gibi, Batı’daki liberal demokrasi anlayışından oldukça uzak, kendinden menkul bir demokrasi. Geçmişte belki yüzlerce kez dile getirdiği gibi, Erdoğan’ın gözünde demokrasi, sadece sandıktan ve sandıktan zaferle çıkan liderin herhangi bir “vesayet”e tabii olmadan ülkeyi yönetmesinden ibaret. Bu modelde basın ve düşünce özgürlüğü, barışçıl gösteri hakkı, sınırlı hükümet, ademi merkeziyetçilik, bağımsız yargı ya da sivil toplum gibi kavramlar ya hiç yok ya da çok sınırlı. Bu hiyerarşik “demokrasi” anlayışıyla Batılı liberal değerlerin bir noktada çatışması kaçınılmazdı ve öyle de oldu.
 
Öte yandan, cevabın bir bölümünü de Batı’nın hataları ve çifte standartlarında aramak gerekiyor. Batılı başkentlerin son yıllardaki kimi tutumları Erdoğan ve destekçilerini Batı’nın “iki yüzlü” davrandığını düşünmeye sevk etti. Bilhassa da son üç yıldır yaşanan gelişmeler kültürel ön yargıları daha da tırmandırdı. Bunlara örnek olarak, Ankara’nın müzakerelerde en iyi performansı sergilediği dönemlerde bile AB’deki Türkiye direncinin bir türlü kırılmaması veya demokratik yollarla seçilmiş Müslüman Kardeşler yönetimini deviren Mısır’ın eli kanlı diktatörü Abdülfettah Sisi’ye gösterilen müsamaha sayılabilir.
 
Eski İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt gibi az sayıda siyasinin açıklamaları dışında, Batı’nın 15 Temmuz darbe girişimine oldukça cılız bir tepki vermesi de bu zincire yeni bir halka ekledi. Batı’nın darbe karşısındaki zayıf tepkisi, Batı’nın Erdoğan’ı devirmeyi amaçladığını varsayan komplo teorilerinin bir kanıtı addedildi.
 
Ben tam da bu nedenle darbe girişimin hemen ardından ısrarla “Batı derhal Türkiye’ye dost elini uzatmalı” diye yazmıştım. Aksi takdirde, “Türkiye ile Batı arasında büyük bir kopuş yaşanabileceğini” söylemiştim. Aradan sadece birkaç ay geçti ve bu büyük kopuş biraz daha yakın görünüyor. Bir diğer deyişle, Türkiye Belarus modeline bir adım daha yaklaşmış durumda.