7 Haziran seçimlerinde Ankara’dan HDP milletvekili adayı olan Mahmut Memduh Uyan seçim sonrası gelişmeleri değerlendirdi. Uyan'ın Toplumsal Dayanışma adına yaptığı değerlendirmeler şöyle:

SİYASET FARKLI BİR DÜZEYE TAŞINDI!

Seçim süreciyle birlikte ülkede siyaset farklı bir düzeyde yürütülmeye başlandı. Ateşkes, çözüm, barış gibi kavramların geriye itildiği, çatışmanın, savaşın giderek ağırlık kazanmaya başladığı bir dönemi yaşıyoruz. Bu duruma hangi aşamalardan geçilerek gelindiğini anlamak gidişin nereye olduğuna dair de ipuçları verebilir. Onun için kısa bir hafıza tazelemesi yapmak iyi olacak.

Türkiye’de seçimlerin gerçekleştiği dönemde Ortadoğu konjonktürü de yüz yıllık dengelerin parçalandığı bir dönemi yaşıyordu ve halen yaşamakta. Irak'ta ve Suriye'de yaşanan süreç bölgenin Kürtleri ve özel olarak da Suriye Kürdistanı açısından yeni durumlar yarattı.

Türkiye-AKP, Kürtler açısından Irak içinde ki gelişmeleri bir yerden sonra- kırmızı çizgilerini bir kenara bırakarak- kabullendi. Barzani ile dostluk içinde. IŞİD, Irak'ta Kürt kentlerine yaklaşırken Türkiye, her ne kadar Barzani ile dost ve müttefik olup Güney Kürdistan’daki gelişmeleri kabul etmiş gibi görünse de Musul’un işgaline en azından tavırsız kaldı. (Yeni çıkan bilgilere göre Musul’un işgal planı Ankara’ya yapılmış) IŞİD, Erbil'e yaklaştığında Barzani "dostlarından acil yardım" istemişti. Türkiye’ye bu çağrıya sessiz kalırken, İran anında silah yardımında bulunmuştu.

Kürt Hareketi, Irak ve Suriye'de özellikle PKK’nın Şengal'de Ezidi halkının savunması için yaptığı hamle, Mahmur’da, Kerkük’te verilen mücadeleler, Rojova ve Kobani'de PYD önderliğinde yürütülen büyük direnişle, IŞİD barbarlığından paniğe kapılan dünya halklarının bakışında önemli değişiklikler yarattı. PKK-PYD ve dolayımı hareketlere Batıda geniş bir sempati-empati-destek oluşturdu. PYD, bu süreçte izlediği politikalarla geniş bir meşruiyet elde etti. Geleceği henüz belirsizlikler taşısa da Kürt nüfusun yoğun olduğu alanlarda kurulan kanton yönetimleri bölgenin geleceği açısından önerilen, tartışılan bir model olmaya başladı.

ABD'nin hava desteğiyle, karadan PYD güçleri, IŞİD'i geriletmeyi başardı. Karaya ayak basmayı kendileri için şimdilik sakıncalı bulan ABD-Batı için genel olarak Kürt Hareketleri sahada en güvenilir müttefik durumunda. Bugün Ortadoğu'da Kürt Hareketleri, ABD-Batı'yla iş birliği içinde ve bulundukları alanlarda ciddi inisiyatif kazandılar.

Kürtlerin kazandıkları inisiyatife karşı Türkiye’de çeşitli hamleler yaptı elbette.

Türkiye açısında PKK'nin inisiyatif alması, PYD'nin Rojava adıyla geleceği henüz belirsiz, üç kantonda Kürtler için bir örnek yaşam modelleri ortaya çıkarması kolay kabullenilemezdi.. "Sınır ötesinde bir oluşuma izin veremeyiz" tehditleriyle birlikte Türkiye Cumhuriyeti Kürt halkının geleceğini bir anlamda belirlemesine izin vermeyeceğini ilan ediyordu.

Bunların yanında bölge için önemli sonuçlar doğuran başka gelişmeler de yaşandı.

İran'ın Batıyla yakınlaşması bölgedeki dengeleri derinden etkiledi. Suudiler, İsrail ve Türkiye İran'ın üzerinden baskının, ambargonun kalkmasından rahatsız olsa da Batı için İran’la anlaşmak önemliydi. İran’ın bu hamlesi bölgede Şiilerin önünü açarken İran’ın da hegemonyasını artırdı. İran, Irak ve Suriye'de Batının kabusu haline gelen IŞİD'e karşı doğrudan savaşın içinde yer alarak Sünniliğe dayanan Türkiye, Arabistan gibi güçlere karşı önemli bir mevzi kazandı. Bir zamanlar Arap ülkelerine rol modeli yapılmak istenen veya öyle bir imajı pek seven Tayip Erdoğan modeli, Türkiye’nin yıldızı artık sönmeye başlamıştı. Daha bir kaç yıl önce "stratejik derinlik" politikasıyla oluşturulan "Neo Osmanlı" hesabı Ortadoğu çöllerinde kayboldu. Sünni İslam, Müslüman Kardeşler üzerinden kurulmaya çalışılan hegemonya hayalinin son durağı da Türkiye’nin Libya, Mısır, Filistin-Gazze gibi yerlerde adım atamaz duruma gelmesi oldu.

Türkiye böyle bir konjonktürde seçimlere gitti. HDP, 7 Haziran 2015 seçimleri yaklaşırken önceki dönemler gibi "bağımsız adaylar" yerine parti olarak seçime katılacağını açıkladı. Son dönemin en önemli politik atağı denecek bu karar, bütün statükoyu sarsacak bir gelişme yarattı. HDP bağımsız adaylarla seçime girmiş olsa, 30-40 arası milletvekili çıkarabilirdi. Bu sonuçla parlamento dengelerini etkileyemiyordu. CHP ve MHP de olası sonuçlara göre AKP'yi geriletecek bir oy yüzdesine ulaşamıyordu. RTE, önce 400 milletvekili hesabı yaparken, sürecin umduğu gibi gelişmeyeceğini anladı ve iktidarını koruma telaşı içine girdi. Barajı aşacağı anlaşılan HDP’yi geriletmek için her türlü yöntemle üzerine gidildi denebilir. Eşitsiz, adaletsiz, antidemokratik koşullarda yürütülen seçim süreci boyunca bombalamalar, saldırılar, katliamlar karşısında HDP soğukkanlı, sakin kalarak seçim barajının yıktı ve siyasal dengeleri değiştirdi. HDP’nin aldığı %13.1 oy ve çıkardığı 80 milletvekili AKP'nin tek başına hükümet olması ihtimalini ortadan kaldırdı. Böylece Tayyip Erdoğan'ın başkanlık dahil, ülke ve Ortadoğu için hayal ettiği iktidar ve hegemonya planları suya düştü, kişisel iktidarı sarsıldı.

HDP, siyaset alanında barışçı, kardeşlikten yana, demokratik programı ve ezberleri bozan üslubuyla, Tayyip Erdoğan’ın tüm hesaplarını, sinirini bozdu, karizmasını çizdi. Aldığı %13.1 oyla yarattığı siyasal sonuçlarla, AKP'nin CHP ve MHP ile alışıldık tek kale oynadığı siyasetçilik oyununu bozdu.

Sonuç olarak HDP'nin %13.1 oyla barajı aşarak 80 milletvekili alması, Rojova'da demokratik bir ilişkinin ortaya çıkması, Kobani'de PYD'nin başarısı, ABD ve koalisyon güçleriyle işbirliği içinde olması, IŞİD'i bir ölçüde geriletmesi, Irak içinde PKK'nin alan, mevzi tutmaya başlaması gibi kritik gelişmeler Türkiye için kabul edilebilir bir şey değildi. PKK'nin bölgede ve ülkede güçlenmesi, inisiyatif kazanması, bu düzeyde hesap içinde olması kabul edilecek bir şey değildi. Kürtlerin önünü kesmek gerekiyordu!

Türkiye Cumhuriyeti Kürtlerin ülkede ve bölgede bir tür statü kazanmasından, küresel-bölgesel güçlerle ilişki, işbirliği geliştirmesinden büyük rahatsızlık duydu ve duyuyor. Başka bir ifadeyle, Kürtlerin ülke ve bölgede bu düzeyde inisiyatif kazanmasından, gelecekte gerçekleşme olasılığı taşıyan ihtimallerden kaygılanıyor.

PKK-Apo-Kürtlerle "Diyalog, Çözüm, Barış, Müzakere" gibi kavramlar etrafında yürütülen Oslo ve İmralı adasında gerçekleşen görüşmelerden kimin ne anladığı, ne istediği kamuoyu için belirsizdi. Buna rağmen, yaşanan ateşkes-çatışmasızlık halinin, anaların ağlamamasının, toplumun genel anlamda rahatlamasına yol açtığı ve bunun da hepimiz için çok anlamlı ve değerli olduğu kesindi. Bununla birlikte Erdoğan'ın "Dolmabahçe mutabakatı yok, ne mutabakatı, Kürt sorunu yok, çözüm süreci yok" tarzı çıkışlarının esasında Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihsel yaklaşımlarıyla uyumlu olduğu çok açık. Sivilleşme, vesayet rejimini bitirme (!) iddiasıyla yürütülen politikalardan, yapılan tasfiyelerden 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları sürecinde paçayı kurtarmak için çark edilmesi, Erdoğan’ın geleneksel devlet yapısıyla anlaşmanın bir diyetiydi. Erdoğan ve ortaklarının demokratlığı, vesayet ve darbe karşıtlığının Cumhuriyet tarihinin en büyük yolsuzluk olayında son bulması da ayrıca ironikti.

Özetle Devletle Erdoğan, Kürtlere karşı resmi ideolojinin gerektirdiği yaklaşımlarda anlaştılar. AKP-RTE devlet-asker anlaşması, barışı Kürt sorununun çözümüne dair söylemleri de kökünden değiştirdi. RTE'nin, demokrasi kahramanı, çözümün mimarı, darbe, vesayet, cunta karşıtlığı dönemi çoktan gerilerde kalmıştı. RTE-AKP'nin ilk dönemlerinde hatırlanırsa, "Türkiye'nin burjuva demokratik devrimi yukardan tamamlamış" olduğundan, "Burjuva demokrasisinin asgari koşullarının sağlandığını" ilan edenler, anlatanlar vardı! Şimdi açıktan Kürtlere, sola, demokrat güçlere karşı şiddet, terör ve savaş politikalarının gündemde olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Bu duruma ne demek gerekir?

Daha seçimlere girerken bölge politikaları iflas etmiş, stratejik ortaklarıyla çelişkiler yaşayan, TÜSİAD sermayesiyle düşman olan AKP ve Erdoğan’ın elinde ülkede ve bölgede uygulayabileceği çok fazla bir politikası kalmamıştı. Ülkede ve Ortadoğu’da izlediği Sünni mezhepçi politikaların sonucu otoriterleşmiş ve yalnızlaşmıştı. Ekonomik olarak eski rahatlığını kaybetmiş, büyük projeler bir yana muhalefetin "emekliye maaş artışı" vaadi karşısında bile bocalar hale gelmişti. Yaşanan yolsuzluklar, rüşvetler, rant savaşları ve talanı, ailenin, bakanların durumu hiç parlak görünmüyordu. Özetle seçimlere giderken Tayyip Erdoğan’ın beklediği sonuç olanaksızdı. Ama AKP, her türlü olanağı, şiddeti kullanarak seçimde sonuç alacağını sandı. Ama olmadı. Tayyip Erdoğan’ın bu sonucu Kabul etmeyeceği kısa sürede belli oldu.

Erdoğan, 7 Haziran sonrası kısa bir dönem sessiz kaldıktan sonra Kürt Hareketini ve Kürt halkını bütünüyle karşısına alan bir hat izledi. Doğrudan RTE'nin başında olduğu bir iktidar mücadelesini görüyoruz. Bir iktidar nasıl bırakılmaz, seçim sonuçlarına rağmen nasıl bir ara iktidar dönemi yürütülür, bir iktidarı kaybetmemek için savaş dahil her türlü şiddet nasıl hayata geçirilir bunu somut olarak RTE ve iktidar çevresi kısa sürede gösterdi. Sonuç olarak, iktidarı paylaşmaya yanaşmadıkları, olası bir koalisyonda bütünüyle olmasa bile çorap söküğü gibi gidecek olan yolsuzluklarının, keyfiliklerinin, mevcut hukukla ilgisi olmayan işlerinin kısaca kirli işlerinin açığa çıkmasından korktukları, çekindikleri için bir ortaklık hükümeti kurmadılar. Tayyip Erdoğan bugün ülkeyi yeni bir seçime sürüklüyor.

Bu seçim sürecinin (şayet yapılırsa) RTE-İktidar tarafından Kürt Halkına ve Kürt Hareketine karşı her türlü saldırı yoğunlaşacağı, şiddet ve savaşın derinleştirerek devam edeceği bir ortamda gerçekleşeceğini görüyoruz. 7 Haziran genel seçimleri, eşit, adil, demokratik olmayan ve iktidarın saldırısı altında gerçekleşmişti. Şimdi ise kentlerin, kasabaların, köylerin tam bir savaş alanına çevrildiği koşulları yaşıyoruz. Bunun yanında HDP’ye karşı da büyük bir saldırı seferberliği hayata geçirilmektedir.

HDP'nin Türkiyelileşme çabası, "radikal demokrasi" önerisi ve seçim programı halk tarafından benimsenip %13.1’lik bir destek verilince hemen bir tartışma başladı. Egemen burjuva güçler HDP'yi tam bir düzen sınırlarına hapsedip KCK-PKK ve dolayımı yapılardan kopartmak, devlet-düzen güçleri gibi hareket ettirmek ve giderek PKK'nın tasfiye edilmesine yönelik çabalara katmak için ağır ve ahlaksız bir baskı altına aldılar. Bu hala farklı biçimlerde devam ediyor. Devlet ve siyasi iktidar kendi elleriyle çıkardığı savaşı durdurma görevini HDP’nin üzerine yıkıyor. Aslında onlar da HDP’nin etki sınırlarını gayet iyi biliyorlar. Dolayısıyla böyle bir çabada HDP’nin belirleyici gücünün olmadığını bildikleri halde saldırıyorlar. HDP'yi baskı altına alarak kamuoyunda PKK'nın doğrudan bir uzantısı olduğu izlenimi yaratmak istiyorlar. Böylece HDP'nin Türkiyelileşerek bir ölçüde umut olmasını engellemeyi ve oylarının düşmesini amaçlıyorlar. Ancak bütün göstergeler bunun ham bir hayal olduğunu ortaya koyuyor.

İktidarı kaybettikleri, hatta tek başına hükümet olamadıkları zaman bütün büyülerinin bozulacağı, dağılacakları ve hesap sorulacağı korkusu düşünülemeyecek şeyleri göze aldırıyor. Ancak görünen o ki bütün bu çırpınışlar nafile. AKP-RTE, ne yaparsa yapsın arttık iktidarda kalamayacağı bir dönemin inkıtalarını yaşıyor. Varlıklarını, geleceklerini bu kadar iktidarada olmaya bağlı görenler sonuçta kaybedecektir. Bu denli varlıklarını, hegemonyasını, geleceğini iktidar olmaya bağlamış bir güç, yapı elbette kolayca sonuçlara bakıp çekilmezdi. Yapılan bir iktidar çatışması, iktidarı koruma, yeniden tesis etme çabası. İktidar çatışmasının nasıl yürütüleceğini, nereye kadar taşınacağını göreceğiz.

Açıklamalar savaşın derinleşeceğini gösteriyor. RTE, "son terörist ülke topraklarını terk edinceye, silahlar betona gömülünceye kadar operasyonların devam edeceğini", KCK ise bunun olmayacağını, tekrar çözüm sürecine dönmek için üçüncü taraf, gözlemcinin şart olduğunu, ABD'nin ya da tarafların kabul edeceği bir kesimin olabileceğini, Öcalan'ın koşullarının müzakere yürütebilecek koşullarda olması gerektiğini, açıkladı. HDP, Eş Başkanlar, devletin operasyonu durdurması, PKK'nin de ellerini tetikten çekmesini istedi. Buna yanıt veren KCK "operasyonlar durursa, eylemler durur" açıklaması yaptı.

İktidarın, savaş-saldırı politikaları, hava operasyonları karşısında PKK, kimi il ve ilçelerde "özerklik" açıkladı. Eylemeleri belli bir etkinlik düzeyinde yürütmeye yöneldi. Savaş sürüyor... Savaşın her hali daha bir yoğunlaşarak devam ediyor... Nereye kadar, daha ne olması lazım! Açık ki RTE iktidarı çökerken "ya ben ye da savaş" politikasını yürütüyor.

Kürdistan’daki özsavunma pratikleri konusunda ancak uzaktan izleyebildiklerimizden çıkarabileceğimiz bir takım şeyler söylenebilir. Öncelikle bir halkın kendini nasıl yönetmek istediğinin bir göstergesidir ve ilkesel açıdan, amasız ve fakatsız saygı gösterilmesi gereken bir tavırdır bize göre. Kürt hareketi haklı bir mücadele yürütürken, karakterini, taşıdığı insani-toplumsal değerleri koruyarak, karşı güçlerin izlediği kirli tarzı, araçları benzer biçimde ele almamalıdır.

Özgürlüğü, insani değerleri, halkların kimliğini, kültürünü, geleceğini savunurken yürüttüğü askeri-siyasi mücadelede de buna uygun bir karakter taşımalıdır. Kitlelerin varlığı en büyük askeri eylemden daha fazla ses ve güç verecektir. Özerklik bir anlamda nasıl bir yaşam, dünya gelecek tahayyül edildiğinin de somut bir örneğidir. Gelişmemiş de olsa, gelecek yaşamın habercisidir. Bu nedenle Kürt halkının kendi iradesini gösterme, yaşamını belirleme çabası olarak görülmesi gereken "özerklik" ilanları, RTE ve iktidarın doğrudan tepkisini çekmiştir. "Özerklik" açıklamaları iktidar tarafından neredeyse bu yerleşim yerlerine savaş açarak yıkıp, yok etme saldırılarıyla karşılanmıştır.

Elbette bir yönetim modeli önerisi ve pratiği olarak öz savunmaya dair eleştirel bir tutumun da alınması gerektiği açıktır. Böylesi bir eleştirel tutum özsavunma deneyimlerinin olgunlaşmasına katkı sağlayacaktır. Ancak dediğim gibi şimdilik uzaktan izleyibildiğimiz bir süreç ve ilkesel olarak saygı gösterilmesi gerekiyor. Tabi bu süreci yalnız halkın kendi kendini yönetimi arayışı gibi anlamak da eksik olur kanısındayım. Şimdiye kadar ortaya ve giderek belirginleşeceği söylenebilecek olan en önemli sonuçlardan birisinin de özyönetim deneyimlerinin fiili bir kolektif direniş hareketi niteliğinde göründüğüdür. Dolayısıyla bu direnişi gerekli kılan saldırganlığa, devlet terörüne karşı durmak da demokrasi güçlerinin üzerine düşen bir görevdir. Hemen belirtmem gerekir ki demokrasi güçlerinin saldırganlığa, devlet terörüne karşı çıkmaları başkalarına karşı üstlenilmiş bir ahlaki vicdani görevden daha derin anlamlar taşımaktadır.

Açıktır ki bugün dünyada, bölgede ve Türkiye’de sonu belirsiz bir yeniden yapılanma süreci işletilmektedir. Bu süreç her yeniden yapılanma sürecinde olduğu gibi bir boyutuyla da yeniden paylaşım sürecidir. Yani bugün küresel ölçekte yaşanan paylaşım savaşının yerel plandaki görünümlerinden birisidir Kürdistan’da yaşananlar. Bu süreç öyle ya da böyle sonuçlanacak ve süreç sona erdiğinde bazı güçlerin, kesimlerin ve anlayışların da varlık koşulları ortadan kalkacak. Yani Türkiye ve Ortadoğu özelinde söylersek eşitlikten ve özgürlükten yana olan güçlerin kazanması diktatörlerin, diktatörlük heveslilerinin, şövenlerin, faşistlerin yaşam alanlarının da ortadan kalkması, haydi tamamen yok olmasa bile etkisizleşmesi anlamına gelecek.

Ve elbette bunun tersi de doğru. Zaman eşitlikten ve özgürlükten yana olanların aleyhine sonuçlar da doğurabilir. Ve bugün, bu olası sonuçlarda anahtar rolünü Ortadoğu’da eşitlik ve özgürlük mücadelesinin en önemli dinamiği olan Kürtler oynuyor. Dolayısıyla ülkenin ve bölgenin demokrasi güçleri açısından Kürdistan’da yaşananlar doğrudan varoluşsal, ontolojik bir sorundur. Demokrasi güçleri bir karar vermek ve ona göre tavır belirlemek durumundadır. Yani demokrasi güçleri bu süreçte tavır alırken ahlaki-vicdani bir görevi yerine getirmekten öte, kendi varoluş koşullarını savunduğu perspektifiyle hareket etmek durumundadır.

Demokrasi güçlerinin bu süreçte geliştireceği tavır da, homojen bir demokrasi gücü bloğundan söz edemeyeceğimize göre, homojen olamayacaktır. Burada ortak noktaları mümkün olduğunca öne çıkarmak doğru bir tutum olacaktır. Haksız bir savaşta Barış talebinin anlamı ve koşulları üzerine itiraz ve eleştirilerimizi saklı tutmak kaydıyla, kelimenin yalın anlamıyla Barış talebinin ortak kesen özelliği gösterdiğini söyleyebiliriz. 7 Haziran seçimleri sonrası yaşananlar barış talebinin bütün toplum kesimleri tarafından kabullenilme ve sahiplenilme noktasına yaklaştığını ortaya koymaktadır.

Hepimizin yakından izlediği gibi 7 Haziran seçimlerinin kesinleştiği andan itibaren Tayyip Erdoğan ve AKP içindeki Erdoğan kliği yer yer bayağılaşan bir üslupla savaşı ve yer yer ırkçı çağrışımlara varan milliyetçiliği tırmandırarak seçimlerden galip çıkmanın hesaplarını yaptılar. Bu söylemin asıl sahibi olarak MHP ve punduna getirdikçe CHP’de milliyetçi, ırkçı söylemleri kullanıp savaş çığırtkanlığı yaptı. Adını Vatan Partisi olarak değiştiren eski İPçiler ve diğer faşişt, nasyonal sosyalist partiler de bu kervana katılarak hem HDP’yi baraj altına itmeye, hem de birbirlerinin altını oymaya yönelik bir kampanya yürüttüler.

Bu kampanya seçimlerin hemen arkasından fiili savaş ilanı aşamasına geldi. Musalla taşında uzanan her askerin arkalarında milliyetçi, savaşçı bir saflaşma yaratacağını düşünen siyasi aklın yanıldığı kısa sürede ortaya çıktı. Asker ailelerinin 1990’lı yıllardaki aileler olmadığı, körükörüne savaş çağrılarına kulak vermedikleri, oğullarının ölümünü sorguladıkları görüldü. Asker cenazelerinden yükselen itirazlar barışın istenir ve mümkün olduğunun en önemli ve en güçlü göstergesi değil mi?

Savaş halinin bütün bir toplumu rehin aldığı kesin olmakla birlikte Savaş en çok emeği ve emekçileri etkilemektedir. Hatta Türkiye’de olduğu gibi kalkınmasını emek ve doğa sömürüsü üzerine bina eden vahşi kapitalizm açısından savaş bulunmaz nimet gibidir. Savaş dönemleri emeğin en çok ve en ağır şekilde baskı altına alındığı dönemlerdir. Angarya boyutlarına ulaşan çalışma şartalarının ağırlaşmasının sürdürülebilirliği savaş haliyle mümkündür. Türkiye gibi emek örgütlülüğünün dibe vurduğu, düzensiz ve kuralsız çalışmanın esas olduğu bir ülkede, normal(!) dönemlerde zırt pırt ulusal güvenlik gerekçesiyle işçi direnişlerini yasaklayan, grevleri erteleyen aklın emek düşmanlığının fiili savaş halinde kat kat artacağı tartışma götürmez bir gerçektir.

Bütün bunların ötesinde bir noktanın daha belirtilmesi gerekmektedir. Bu nokta TSK’nın personel yapısına dairdir. AKP hükümetlerinin bizim bilemediğimiz bütçe deliklerini kapatmak ve ordunun modernizasyonunu hızlandırmak için bir kaç kez uyguladığı bedelli askerlik zaten var olan eşitsizliği katlamıştır. Bu gün asker cenazelerinde "Bakanların, politikacıların, bürokratların, zenginlerin bir tanesinin bile çocuğu ölmüyor, ölenler bizim çocuklarımız" çığlığı yükseliyor. Bugün ordunun ana gövdesini zorunlu askerlik yapan, yani bedel ödeyecek kadar parası olmayan yoksul çocukları ile yapacak herhangi bir işi, mesleği olmayan, iş bulamayan ve son çare olarak teskere bırakıp askerde kalan yoksul çocukları oluşturmaktadır.

Dolayısıyla emekçiler için savaş, aynı zamanda oğul acısıdır. Ancak burada önemli ihtiyat paylarının hatta engellerin olduğu da görülmelidir. Barış için yürütülen çabalar olumlu olsa da henüz iktidarı, kamuoyunu etkileyecek boyutta değil. Barış istiyoruz,demek yeterli değil. Barışın yaşamın her alanında ne anlama geldiğini ifade edecek politikalar oluşturmak gerekiyor. Öncelikle çatışmayı durduracak, toplumda ve doğada yaratılan tahribatı gidermeye yönelik çabalara girmek, Kürt Sorununu çözmeye yönelik adımları atmak gerekiyor. Açık ki mevcut düzen içinde, burjuva demokratik sınırlar içinde sorunun çözülebilecek noktada olduğu önceki açıklamalardan biliniyor. Demokratikleşme, radikal demokrasi yaklaşımları içinde çözüme doğru yol alınabilir...

Bütün bunlardan dolayı demokrasi güçleri ve emekçiler barışı savunduklarında oğullarının yaşamını, çocuklarının aşını savunmuş olmaktadır.

Bu tabloda yapılacak iş açıktır. Öncelikli olarak silahların susması ve konuşulacak bir zeminin sağlanması gerekmektedir. Kürtlerin hemen tamamının ve Türkiye halklarının önemli bir bölümünün barıştan yana olduğu da görülmektedir. Yapılan bunca kışkırtmaya rağmen asker cenazelerdinden yükselen itirazlar halkın önemli bir kısmının savaş istemediğini, savaşın gerekliliğini ve meşruiyetini sorguladığını ortaya koymaktadır. Halkın savaş istemiyor olmasının etkin bir barış talebine çevrilmesi noktasında, her şeye rağmen ülkenin entelektüel zakasının, vicdanının ve aklının temsilcisi olan sosyalistlerin katalizör görevi üstlenmeleri mümkündür.

Mevcut sosyalist tanımlarına ve sosyalistlik adına yapılan kabullere eleştirel bir yaklaşım içinde bulunduğumuzu zaman zaman ifade ettik. Burası böyle bir tartışmayı yürütmenin yeri değil elbette. Onun için mevcut kabullere dayanarak bazı şeyler ifade etmek isterim. Sosyalistlerin öncelikle kendi doğrularına biat etmekten, hamasetten, akıl hocalığından uzak, halkla hemhal olmanın yollarını arayarak barış talebinin yükseltilmesinde önemli bir rolü olabilir. Sosyalistler için Kürt Hareketinin talepleri savunulması yanında olunması gereken taleplerdir. Devrimcilik bu taleplerin savunulmasını içerir. Günümüzde devrimci bir mücadelenin toplumsal olarak henüz ortaya çıkarılamadığı bir gerçekse de, durum böyledir diye Kürt ulusal mücadelesinin taleplerine sessiz kalmak doğru olmaz. Bu mücadeleyi taçlandıracak olansa elbette kapitalist düzenin olası tüm biçimlerine, düzene, emperyalizme karşı eşitlikçi, özgürlükçü, dayanışmacı toplumsal bir yaşam için mücadelenin hayata geçirilmesidir.

Ama bu işin bir yönüdür yalnızca. Yukarıda da ifade etmeye çalıştığım gibi bu süreç bir yeniden yapılanma ve paylaşım süreci. Dolayısıyla sürecin sonunda bazıları için varoluşun zemini ya hiç kalmayacak, ya da iyice daralacak. Bundan dolayı sosyalistlerin bu mücadeleyi kendi mücadelesi olarak görmeleri gerekmektedir. Mücadelenin getirdiği olanak ve sınırları görerek, kuyrukçuluk ve buyrukçuluk sarkacına takılmadan, yoldaşça bir süreci önüne koymaları gerekmektedir. Yoldaşlığın temel şartlarından birisi olarak eleştiri-özeleştiri mekanizmasını sonuna kadar çalıştıran, adımlarını mümkün olduğu ölçüde eşitlik ve özgürlük mücadelesinin ruhuna uygun olarak atan, bu ruha uygun olmayan hareketlerini bilen, onunla yüzleşmekten kaçınmayan sosyalistler bu süreçte kendilerini de yenileme olanağına kavuşabilirler.

Son yıllarda yaşanan gelişmelerin Türkiye-Kürdistan sol-sosyalist hareketi için yeni dinamikleri açığa çıkardığı söylenebilir. 1960’lı yılların sonlarından itibaren giderek derinleşen Kürt solu-Türk solu ifadeleri açısından yeni ortaklık dinamiklerinin açığa çıktığı görülüyor. HDP pratiği ile de bir ölçüde gerçeklik kazanma yoluna giren bu ortak zemin arayışının güçlenmesi ve somutlaşması noktasında sosyalistlerin üzerine önemli görevler düşmektedir. Burada HDP’ye katılmaktan, iltihak etmekten, organik ilişkiye geçmekten söz etmiyorum. HDP nihayetinde bir arayışın tezahürüdür. Esasında her sosyalist bireyin, grubun ve çevrenin öncelikli Türkiye ve Ortadoğu halkları için ve giderek bütün dünya için ortak kurtuluş zemini arayışında olması ve başka alanlarda olan arayışlara da dikkat kesilmesi, mümkünse omuz vermesi zorunluluktur. Bugün ulus ve devlet aşırı bir pratiğe dönüşmüş Kürtlerin mücadelesi, bir çok sonuç ihtimaliyle karşı karşıyadır. Bu ihtimaller içinde eşitlikten ve özgürlükten yana olan ihtimal en diri ve başkalarına kapısı en açık olandır. Sosyalistlerin bir güçleri varsa o gücü eşitlikten ve özgürlükten yana ihtimalin gerçekleşmesi için kullanmaları, kendi varlıklarının devamı açısından zorunluluktur.

Son olarak bir kaç şey daha söyleyebilirim.

Türkiye'nin, İncirlik üssünün ABD tarafından kullanımı anlaşması, IŞİD'siz bölge tanımı ve IŞİD'e karşı koalisyonda yer alması vb gelişmeler kendi içinde bir çok farklı atraksiyonlar taşısa bile AKP-RTE'nin politikalarının iflas ettiğinin ve sürdürülemez olduğunun resmidir. Bölgede aynı zamanda İran'la birlikte Kürtlerde yükselen güç durumunda. ABD ve Batı bölgede IŞİD'e karşı bir koalisyonla birlikte insani-iyilik-kurtarıcı melek(!) olarak geri döndü. İran, Rusya, Çin'i de göz önüne alırsak ABD'yi Suriye'de siyasal zemini düşünmeye iknada yol aldılar gibi görünüyor. İsrail şimdilik fazla göze batmıyor, Suudiler tedirgin, Mısır ise bu haliyle bile bölgesel bir etki çabasında. Orta Doğu üzerine ne kadar tartışsak da eksik ve göremediğimiz yanları olacaktır. Özetle kısa zamanda çözüm, statüko durumu görünmüyor. Olası orta vadede bir on, on beş yıllık süreç içinde yerel dinamiklerin iyice yorulduğu, tükendiği ve her kesim olmasa da genelin kabullendiği çözümler ancak o zaman reel anlamda gerçekleşecek gibi.

*

Dünyada ve bölgede küresel, emperyalist güçlere bir biçimde ilişkilenme, yaslanma olmadan tek başına bir gelişme şimdilik olanaksız gibi görünüyor. Bu durum emperyalistlerin her şeye kadir oldukları ve tüm gelişmeleri de belirledikleri anlamına gelmiyor. Kürt hareketi, kendi zemininde, kendi topraklarında, kendi halkına ne kadar yaslanır, asli gücünü ne kadar bu damardan alırsa geleceğini de o kadar bağımsız belirleme olanağına sahip olacaktır. PYD’nin Suriye’de ABD güçlerine yaslanarak kendi topraklarının ötesine fazlaca açılmasının Kürt Halkının geleceği açısından olumlu katkıları olamayacağını söylemek için kahin olmaya gerek yok. ABD, verdiği selamın bile faturasını karşısında yer alanın önüne koyar. Bu anlamda ABD ile ilişki kuranlar attığı her adımın sonrasını bin defa düşünmelidir. IŞİD saldırısı altındaki Kobani’ye gelen yardımların niteliği ve kabulü ile ABD’nin kara gücü gibi Suriye'nin içlerine doğru koalisyon güçleriyle hareket etmenin nitelik farkı olduğu herkesçe bilinmelidir. Bugün Suriye sınırları içinde kalan Kürdistan’ın "Rojava" Batıda kamuoyunda ilgi çektiği ve bölgede de farklı bir anlam, önem taşıdığı açık. Ancak gerek dayandığı toprak ve o toprakta yaşayan halk açısından, gerek gelişmişlik düzeyi ve taşıdığı potansiyel açısından, Kürdistan'ın geleceğini belirleme gücü, inisiyatifi Türkiye Kürdistanı’ndadır. Kürt hareketinin bağımsız hareket etme, geleceğini öz gücüyle belirleme noktasında en güçlü zemin Türkiye Kürdistanı gibi duruyor. Bundan dolayı Kürt halkının geleceği açısından Türkiye içinde yürütülen mücadeleye ayrı bir önem, anlam vermek gereklidir. Bu gün Türkiye Kürdistanı en geri statüde görünse bile bu durum geçerlidir.

Memlekette, Kürt sorunu çözülmeden başka hiç bir sorun çözülemez, demek yetmez. Kürt sorunun çözümü bölgesel bir karakter de taşıyor. Bölgenin demokratik bir karakter kazanmasında Kürt hareketlerinin varlığı da önemli olacaktır. Bu durumda Kürtlerin ulusal, demokratik taleplerini savunmak için Kürt olmak gerekmiyor. Biz sosyalistiz bu talepler bizim de taleplerimiz demek ve bu talepler için mücadele yürütmeden diğer talepleri savunmanın da bir anlamının, karşılığının olmadığını anlamak, görmek gerekiyor. Kapitalizme, emperyalizme karşı, bağımsızlıkçı, devrimci, sosyalist bir mücadeleyi, ezilenlerin, yok sayılanların, ayrımcılığa uğrayanların demokratik taleplerinin yanında olmadan, savunmadan nasıl yürütülebilir. Özetle sosyalist, devrimci bir iddiadaki bir hareketin ezilenleri, sömürülenleri, baskı ve ayrımcılığa uğrayanları, yok sayılanları kapsamadan bir mücadele yürütmesi düşünülemez. Toplumsal, sınıfsal bir mücadele tüm sorunları kapsayarak, çözümünü içererek gelişebilir.

*

Yenilenecek seçim, savaşın da derinleştiği bir süreç içinde yaşanacak. Herkesin ortak kanısı, RTE'nin her türlü savaş ve hileye başvuracağı doğrultusunda. Hatta seçimin ertelenerek yapılmayacağı da kimi çevrelerce değerlendiriliyor. Özetle söylemek gerekirse, seçimin ertelenmesi Türkiye açısından altından zor kalkacağı bir fatura ortaya çıkarır. Ekonomi çöker, siyasal olarak yönetilemeyen, seçim bile yapamayan bir ülke durumuna gelir. Dünyada ve bölgede saygınlığı kalmayan, sıradan bir Orta Doğu ülkesi olur. Seçimi ertelemek o kadar kolay değil. Sonuçları ağır olur. Seçim kararı alındıktan sonra her şeye rağmen sonuçlar RTE, AKP için daha ağır olacak. Bütün planları, siyasal kumpasları boşa çıkacak, deyim yerindeyse "kazdıkları kuyuya kendileri düşecek".

Sonuç olarak RTE ve AKP iktidarının çırpınışları fayda etmeyecek, yenilenecek seçimleri de kaybedecekler. Bu gün yürüttükleri saldırı ve savaşı da hiç bir biçimde kazanamayacaklar.

Mahmut Memduh Uyan