Gazeteci Fehim Taştekin, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin 26 Eylül’de yapmayı planladığı bağımsızlık referandumu ve İsrail, Türkiye ve İran’ın ‘Bağımsız Kürdistan’a yaklaşımını değerlendirdi.

Taştekin, “İsrail’in mantığı gayet basit: Kürdistan bağımsızlığa ulaşırsa bir müttefik kazanırım, ulaşamazsa üreteceği çatışmalarla Arapların beni unutacağı yeni bir dönem kazanmış olurum. Pekâlâ, Kürtlerin mücadelesi tamamen İsrail parantezine alınabilir mi? Elbette hayır. O halde Kürdistan'ın ikinci bir İsrail olarak konuşlandırılmasını önlemenin yolu Türkiye, İran ve Irak'ın bölge halklarının çıkarına ve barışa hizmet edecek şekilde Kürtlerin iradelerini desteklemesidir” dedi.

Taştekin’in Gazete Duvar’da yayınlanan, “Kürdistan’daki İsrail parantezi; kârdan çok zarar” başlıklı yazısı şu şekilde:

Irak Kürdistan’ı kendi kaderlerini tayin için referanduma gidiyor. Türklük namına tarihte 16 devlet kurduk, yine kurarız; bilmeyenler görsün işte Ak Saray’ın teşrifat merdivenlerinde her birinin timsali; Katar’a asker çıkarır Osmanlı ruhunu şahlandırırız, Şam’da namaz kılar Bilad-i Şam’ı selamlarız diyenler Kürt’ün rüyasında karabasan olmakta kararlı. Köklü emperyal bir miras üzerinde oturan İran da Ankara gibi referandumu sınır taşlarını yerinden oynatmanın başlangıcı olarak görüyor. İki ülkenin bölünme kaygısı politikalarda belirleyici. Bölünecek olan Irak ise şu aşamaya kadar en makul tepkiyi veren taraf. Sonuçta Irak’ın tutumu çözümün türünü de belirleyecek; uzlaşma mı iç savaş mı?

“Kosovalının olur, Boşnak’ın olur ama Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkı olamaz” demek derin bir çelişkidir. Özerklik ya da federatif çözüme verdiğim değer bir kenara, etnik ve ulus devleti insanlığın derdine deva olarak görmesem de, bu yazının Kürtlerin temel haklarını sorgulamakla ilgisi yok. Fakat Kürt’ün hakkını teslim etmemiz, bağımsızlık denildiğinde bunun bölgesel ve uluslararası karşılıklarının ne olduğunu tartışmaktan kaçabileceğimiz anlamına da gelmiyor.

Çünkü bu süreçleri besleyen ve sonucunu tayin eden asıl faktörler bölgesel ve uluslararası dengelerdir. Bölgede KDP dışındaki Kürt partilerini “Referandum zamansız” tartışmasına iten de yine bu faktörlerin getireceği yüktür, bedeldir. Bağımsız Kürdistan’a destek veren yegâne devlet şimdilik İsrail. Başbakan Benyamin Netanyahu Amerikan Kongre üyeleriyle görüşmesinde “Irak’taki Kürtler bağımsız devlete sahip olmalı. Kürtler cesur, Batı’nın dostu ve bizimle aynı değerleri paylaşan bir halk” diyerek ülkesi namına olabilecek en açık pozisyonu sergiledi.

Bir de Suudi Arabistan son zamanlarda İran’ı durdurmak için İsraillilerle aynı gemiye binerken bağımsız Kürdistan’a çaktırmadan selam verdi. Kral Salman’ın danışmanı General Enver Macid Eşki, 2015’te İsrail Dışişleri Bakanlığı’nın iki numaralı ismi Dore Gold ile Washington’da katıldığı bir konferansta Kürdistan devletinin kurulmasını da içeren yedi maddelik bir çözüm önerisi sunmuştu. Suudilerin İran’a karşı ortak strateji geliştirmek için İsrail’le daha önce beş gizli görüşme yaptığı da ortaya çıkmıştı.

Eşki gürültü koparan önerisine sonradan biraz daha açıklık getirdi:

“İran büyük Fars devletini, Türkiye de Osmanlı İmparatorluğu’nu restore etme peşinde. Bu ülkelerin liderleri, mevcut politikalarına devam edeceklerse kaçınılmaz olarak bağımsız ‘Büyük Kürdistan’ kurulacak ve İran, Türkiye ve Irak’ın planlarını bozacak.”

Onlarca yıldır Kürtlerin bağımsızlığı meselesi “Irak, Türkiye, İran ve Suriye parçalanacak, 1948’de Kutsal Topraklar’da olduğu gibi ikinci bir İsrail kurulacak” senaryosu üzerinden tartışıldı. Özellikle Barzani ailesinin İsraillilerle ilişkileri yıllarca bu senaryonun en temel harcı oldu. Arap milliyetçiliğinin doludizgin gittiği dönemlerde Kürtlerin örgütlenmeleri “Siyonist proje” olarak görüldü. 1966’da Irak Savunma Bakanı Abdülaziz el Ukayli Iraklı Kürtleri ikinci bir İsrail’i kurmaya çalışmakla suçluyordu.

Bu tür suçlamaların dayanağı da İsrail’in 1950’lerde Kürtlerle temasa geçmesi; 1961’den itibaren isyan eden Kürtlere askeri eğitim, silah ve istihbarat desteği vermesi; petrol tesislerine düzenlenen en az 10 sabotajı planlamasıydı. İranlılar operasyonların detaylarına sahipti çünkü Mossad’ın yardımları Savak aracığıyla Kürtlere ulaşıyordu.

İran’ın amacı Şatt’ül Arap anlaşmazlığı yüzünden Irak’ı istikrarsızlaştırmaktı. İsrail’in bölgede Arap olmayan bölge ülkeleriyle ilişkileri geliştirmesi ilk Başbakan David Ben-Gurion’un temelini attığı bir stratejiydi. İran şahıyla geliştirilen ilişki de, Irak’ta Kürt isyanının desteklenmesi de yine bu stratejinin uzantısıydı. İsrail için 1963’ten itibaren Kürtlere çalışan İran kanalı, 1975’te İran ile Irak arasında Cezayir Anlaşması imzalanınca çöktü. İsrail için ikinci fırsat 1990’daki Körfez Savaşı’nı takiben 36’ncı paralelin kuzeyinin uçuşa yasak bölge ilan edilmesiyle doğdu. Kürdistan artık Amerikan korumasında fiilen özerkti.

 Peşmerge’nin eğitilmesinde İsrail ciddi programlar yürüttü. Bu arada İsrail’in önceliği 1979’daki İslam Devrimi’yle eksenini değiştirmiş olan İran’dı. Kürdistan bu kez İran’a karşı casusluk faaliyetlerinde bulunmaz bir yere dönüştü. Barzani bu tür ilişkileri daha da derinleştirerek İran’ın nükleer faaliyetlerini izlemek isteyen İsrail’e Ağustos 2011’de insansız casus uçakları yerleştirme izin verdi. Daha önce Konya’daki uçuş eğitimlerini İran sınırlarında havadan casusluk için kullanan İsrail, Kürdistan üzerinden de İran’a sızıyordu. Bu sayede İran’da nükleer bilim adamlarına suikastlar düzenlendi.

Casusluk üssüne karşılık İsrail, Peşmerge’ye eğitim desteğini artırıp daha fazla Kürt öğrenciyi okullarına kabul etti. Kürt yönetiminin Türkiye üzerinden sevk ettiği petrolün yüzde 77 oranında alıcısı da İsrail idi.

İşte bu ilişkiler bağımsız Kürdistan denilince kaçınılmaz olarak gündeme geliyor.

İsrail, Kürdistan’ı Siyonist proje olarak görenlere koz vermemek için yakın zamana kadar ‘muğlaklık’ siyasetine sadık kaldı. 2011 sonrası Ortadoğu’da taşların yerinden oynadığı bir süreçte İran’ın nüfuz alanı genişleyip Türkiye’nin bölgesel hevesleri köpürünce İsrail de yavaşça açık oynamaya başladı. İsrail’in gizliliği terk etmesinde Haziran 2014’te Musul’un IŞİD’in eline düşmesi bir dönüm noktası sayılabilir.

Musul’un nasıl düştüğü, öncesinde yabancı istihbarat örgütlerinin neler yaptığı, Amman’da Batılı ve Körfez ülke temsilcilerinin katıldığı toplantıda nelerin konuşulduğu bağımsız bir soruşturmayı hak ediyor. Ama işin içinde ABD, İngiltere ve Fransa varsa bunun olmayacağını biliyoruz.

Musul’un IŞİD’in eline geçmesinin ardından Netanyahu’nun Tel Aviv’de düşünce kuruluşu INSS’deki konuşmasında dediği şuydu:

Kürtler, siyasi kararlılık ve siyasi ılımlılıklarını ispat etmiş savaşçı bir halktır ve siyasi bağımsızlığı hak ediyorlar. Kürtlerin bağımsızlık arzularını desteklemeliyiz.”

Sadece Irak değil genel olarak Ortadoğu’nun dağılmakta olduğunun altını çiziyordu. Aynı dönemde Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman da, Amerikalı mevkidaşı John Kerry’ye telkinde bulunuyordu:

“Irak dağılıyor; bağımsız Kürdistan’ı kurmak kaçınılmaz bir sonuç.”

Aynı telkini en tepede Cumhurbaşkanı Şimon Peres, Washington’da Başkan Barack Obama’ya yapıyordu:

Kürtler fiilen kendi demokratik devletlerini kurdu.”

Gizlilik politikasının terk edilmesine paralel olarak Kürtler ile Yahudiler arasındaki ilişkilere dikkat çeken yazılar ve etkinlikler de artış kaydetti.

Eskiden İsrailliler uluslararası alanda kabul görmek maksadıyla bölgede iki ülkenin yegâne demokratik ve laik rejime sahip olduğunu vurgulardı: Türkiye ve İsrail. Türkiye’de sistem haşat edildikten sonra Kürtlerin demokratik model olduğu söylemi öne çıktı. (Burada Suriye’deki demokratik özerklik inşasından söz etmiyoruz. Irak Kürdistan’ındaki demokrasinin kalibresini oradaki partilere sormalı. Ki Kürdistan parlamentosundaki beş partiden dördü, Barzani’yi tarz-ı siyaset olarak Erdoğan’a, partisi KDP’yi de AKP’ye benzetiyor. Bu partiler referandum kararını iki yıldır kapalı tutulan parlamentoda alınmadığı için kabul etmiyor. Dört partiye göre Barzani kendi başarısızlığını örtmek için demokratik mekanizmaları değil olağanüstü siyaseti tercih ederek Kürtleri riskli bir yola sokuyor. Ortadoğu’da ‘yegâne laik ve demokrat ülke’ payesini kimseyle paylaşmayan İsrail’de de iki rejim cari: Yahudiler için demokrasi; Filistinli Araplar için apartheid. İşgalciliğini saymıyoruz.)

‘Takdir edilen’ Siyonistler arasında Bağdatlı Yahudi Kürt Moşe Barazani yeniden hatırlandı. Lehi üyesi Barazani (20) 1947’de bir İngiliz subaya suikast düzenlemek için giderken el bombasıyla yakalanmıştı. İrgun militanı Meir Feinstein (19) ise Kudüs Tren İstasyonu’ndaki bombalı saldırısından sonra ele geçirilmişti. İkili Kudüs’teki hapishanede İngiliz urganıyla asılmaktansa tutuldukları hücrede dinamitle kendi sonlarını getirmişti. Sadece manda yönetimine değil göçe zorlamak için Filistinlilerin evlerini havaya uçurmak dahil şiddet eylemleriyle İsrail devletinin taşlarını döşemiş olan Haganah, İrgun-Etzel ve Lehi’ye bağlı eski tutuklular, İsrail’in kuruluşundan sonra bu cezaevini Hechal Hagevura (Kahramanlar Salonu) adıyla bir nevi türbeye dönüştürdü. Daha sonra İsrail devleti burayı Yeraltı Mahkûmları Müzesi olarak restore etti. Feinstein-Barazani ikilisi için müzede anıt da yapıldı. Sözünü ettiğim yayımlarda bugünün Kürt mücadelesini İsrail’in 1948’deki doğuşuna benzetenler de var.

2016’da Şengal’de Peşmerge birliğini ziyaret eden Seth J. Frantzman, Kürt komutanın “Bu bizim 1948’imiz” sözünü Jerusalem Post’taki yazısına başlık yapıp Kürtlerin İsrail’i neden sevdiğine dair izlenimlerini aktarıyor:

– Kürtler de İsrail gibi terörle mücadele ediyor.

– Kürtler içinde de Yahudi topluluğu var, ‘kan kanı çeker’.

– Soykırım her yerde inkar edilirken Erbil’de Golda Meir’in kitapları satılıyor.

Başka birçok yazıda “Ortak düşmanla (Araplar) mücadele ediyoruz” ya da “Düşmanımızın düşmanı bizim dostumuzdur” esprisi tekrarlanıyor.

Doğrusu hayli tuhaf karşılaştırmalar. İsrail’e direnenler toprakları gasp edilmiş ve sürülmüş ya da apartheid rejimine maruz bırakılmış Filistinliler. Şengal’de Ezidilere soykırım yapan IŞİD ve onun Suriye’deki çocuğu Nusra İsrail’den destek gördü.

Kürt medyasında da şu tür çağrılar sıklaştı:

“İsrail ile Kürdistan arasında derin bir tarihsel dostluk var. Artık Kürtler açıkça İsrailli müttefiklerini kucaklamalı, İsrailliler de bir Kürt devleti için açıkça çağrıda bulunmalı.” (Diliman Abdulkader-NRT)

Mark Cancian ve Matthew Cancian’ın imzasıyla 3 Ağustos 2017’de Washington Kurdish Institute tarafından yayımlanan yazının konusu ise Kürtlerle Yahudilerin tarihsel mücadeleleri arasındaki paralelliklerdi. Yazıda iki halkın aynı kaderi paylaştıkları, soykırım dahil aynı felaketleri yaşadıkları, devlet olmadan önce de benzer yeraltı örgütleri ya da gölge yönetimler kurdukları tezi işleniyordu.

BOB’dan sonra istikrarsızlık, kaos ve çatışmaya dayalı Yeni Ortadoğu Projesi tartışılırken Başur (Güney Kürdistan) gibi Rojava’nın da İsrail’e üs verebileceği, bu şekilde tecritten kurtulabileceği, farklı askeri güçlerin birleştirilmesiyle Kürdistan Savunma Birlikleri’nin kurulabileceği ve ileride İsrail’le konfederal çatı altında birleşme olabileceğine dair senaryolar da eksik değil. Bu tür senaryolar eskiden Kürt ve Yahudi düşmanlığını körükleyenler tarafından servis edilirdi.

Güney Sudan Özgürlük Hareketi’ne (SPLA) verilen destek nasıl Sudan’ın bölünmesi sonrası bağımsız Güney Sudan’ı İsrail’e dost yaptıysa Barzanilerle kurulan dostluğun da bağımsız Güney Kürdistan’ı Yahudi devletinin doğal müttefiki yapacağı beklentisi söz konusu. Buna ilaveten Irak ve Suriye’deki kaos İsrail’in beklediği gibi ‘direniş ekseni’ni kırmadı aksine daha fazla direngen hale getirdi. Bu da Kürtleri İran’a karşı konuşlandıran arayışları tetikledi.”

 Yazının tamamı burada.